“Mustafa” Türkiye’de fırtınalar yaratırken sergim için bir ay kadar yurt dışında kaldığımdan, filme ancak iki hafta önce gidebildim.
Vurucu eleştirim için, sizi bekletmeme gerek yok; Can Dündar’ın nasıl bir uçuruma yuvarlandığını göstermek için, size bir soru yönelteceğim: 2050 yılında Türk futbolu hakkında yapılan bir belgesel, 2000’lerdeki büyük başarılarımızdan hiç söz etmezse, gülünç bir duruma düşer değil mi? İşe önce “ölüm noktası” olarak adlandırdığım bu düzeydeki gaftan başlayalım.
Filmin ikinci yarısında, 1930’da, Atatürk’ün üç haftalık bir yurt gezisine çıktığı, halktaki hoşnutsuzluğu, dalkavuklardan ve rüşvetlerden şikayetlerini biraz şaşkınlıkla öğrendiği anlatılıyor. Oğlumun kulağına fısıldıyorum “bak şimdi Serbest Fırkadan söz edecek”. Ne gezer! Dündar, o noktadan sonra birden 1933’e, 10.yıl nutkuna atlıyor, sonrada ardından Atatürk’ün yine ne diktatörlüğü kalıyor, ne de muhalefeti toptan yok etmesi…. Yani Atatürk’ün 1930’da uzun aylara yayılan bir süreçte Fethi Okyar’ı çağırttığı, kendi partisinin yani CHP’nin karşısında bir muhalefet partisi oluşturması için görev verdiği; Okyar’ın da bunu gerçekleştirdiği “yaşanmamış” sayılıyor. O günleri ben tabiî ki “içinden” yaşamadım. Ama o yılların her gazetesini, aylara yayılan bir süreçte satır satır taradım. Atatürk’ün “serbest münakaşa en beğendiğim rejim tarzıdır”, “İki Parti’nin Cumhuriyeti güçlendirecek mücadelesini memnuniyetle müşahede edeceğim” gibi demeçlerini ezbere biliyorum. Şimdi Mustafa Kemal Atatürk’ün Fransız sevgilisi Corinne’le olan mektuplaşmalarından, Atatürk’ün İnönü’ye yazdığı tarihi notlara kadar her belgeye “ulaşmış” Can Dündar, bu koca Serbest Fırka gerçeğini hiç duymadığı için mi (!) yoksa önemsiz bulduğu için mi (?) koymamayı seçti? Yoksa her ikisi de size “olanaksız” görünüyorsa, bunun daha “liberal” (!!) gerekçeleri mi var? Dündar’ın filmi, Türk halkını “enayi” yerine koyup, o gülünç bilinçli ıskalamayı yaptığı anda gözümde vefat etti.
Hiç kimsenin kendisini bu kadar kurnaz sanmaya hakkı yok. Bir yandan Atatürk mirasını “incelikle” kullanıp Cumhuriyetçileri kendine bağlamak, bir yandan da “2.Cumhuriyetçi” ekolle tüm omurga ilişkilerini canlı tutmak! Dündar’ın tek “uyanık” hedefi olmuş kurgusunda: araya sıkıştırdığı bazı marşlar ve övücü cümlelerle Atatürkçülere göz kırparken, öte yandan insafsız ve anakronik yorumlarla Atatürk’ü yıpratıp, Altan biraderlere “gördünüz mü nasıl yıktım tabuları” diyebilmek!
Dündar, verdiğim o tek örnekle bile bu film üstünden şah-mat oluşunu değiştiremez, bu bilginin son 15-20 yılda şekillenen tüm demokratik tartışmalarımızdaki kocaman yerini göz ardı edemez. Siz hiç kendisine karşı parti kurduran, hergün demokrasiyi öven, çok partili rejimin tüm altyapısını getiren “enayi” bir diktatör heveslisi duydunuz mu ömrünüzde? Ama anlaşılan Gül ve Erdoğan’a da ”belgesel” yapabilme oportünizminde kalmak, böyle bellek, mantık ve kimlik kayıpları gerektiriyor!
Halbuki bu filme, yağan onca eleştiriden etkilenmeden, nesnel kalma kararlılığımla tam tersine, Atatürk’ü insani anekdotlarla, kanlı-canlı bir gerçek haline dönüştürmüş olması ümidiyle gittim. Daha önce ulusalcılık tartışmalarında, Dündar’ın konuklarının “bizler” aleyhine abartılı dengesizliğini dile getirmiştim. Ama bu kadar hassas bir konuda, daha özenli olacağını sandım. Filmi de başından itibaren sanatsal hoşgörü ile izledim. Ne yazık ki ilk yarıda eleştirilerimi dengeleyebilecek çıkışları Dündar adına aradıysam da, ikinci yarıyla beraber “niyet” abartılı bir çöküşle hızlanarak belli oldu.
Özellikle bilmenizi istiyorum. Şuna benzeyen eleştirilerin hiçbir noktasına katılmıyorum. “vay efendim sen nasıl Atatürk’ü içki, sigara ve kadınlara düşkün bir adam olarak gösterirsin?” Bunların hepsi tabii ki doğruydu, Atatürkçülüğü bunları saklamak zannedeniniz varsa, çok yanılıyor. Ben bile kadınlara olan yoğun ilgim söz konusu edilince, “niye şaşırıyorsunuz, kemalistiz dedik ya! esprisini yapmaktan hiç rahatsızlık duymadım. Bunları saklamak “tabuculuk” olurdu. Ama konu yönetmenimizin tüm akışı sonunda nereye getirip dayatmak istediğine geliyor. Siz o harika anekdotlarla yüklü muhteşem hayatı “yalnızlık” içinde geçen, tüm muhaliflerini yok eden, sonunda da “çekelim gidelim buralardan” diyen bir pişmanlıkla biten bir melodram haline getirmek istiyorsanız, mızrak çuvala ancak bu kadar sığar! Bu konuyu haftaya işlemeye devam edeceğim.
Bedri Baykam
9 Aralık 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder