30 Aralık 2008 Salı

İtiraf

İtiraf


-Mustafa Cemil Kılıç-


10 Kasım 2008, büyük Atatürk’ün Hakka yürüyüşünün 70.yıl dönümü. Türk ulusunun yetiştirdiği büyük önderi bir kez daha saygı ve minnet duygularıyla anıyoruz.

Bugünlerde birileri Atatürk’ümüzün özel ve mahrem hayatını sözde “ insani yön “ maskesiyle öne çıkaran bir belgeselle Atatürk karşıtlığı operasyonuna katkı vermeye başlamışsa da bilmekteyiz ki bu tip çabalar yeni değil; on yıllardır var.

Fakat biz birkaç soruyla konumuzu irdelemeye başlayalım.

Türk ulusu ve özellikle Türk gençliği Atatürk’e ne kadar bağlı ? Atatürk ilke ve devrimleri temelinde yürüyen / yürüdüğü ileri sürülen eğitim sistemimiz, yeni nesillere Atatürkçülüğü ne derece benimsetebiliyor?

Eğitim siteminin en önemli öğesi olan öğretmenler, kendilerinden beklenen görevi yani Atatürkçülüğü öğrencilere benimsetmeyi ne kadar başarıyor ?

Yoksa öğretmenlerin de bu noktada bir zafiyetleri mi söz konusu ?

Sahi yüz binlerce öğretmenden kaçı Atatürkçü ?

Kaç öğretmen içten içe nefret ettiği Atatürk’ün resmi altında sınıfta ders veriyor ?

Gerçekten var mıdır böyle öğretmenler ?

Neler anlatıyor Atatürk hakkında öğretmenlerimiz ?

“ Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır” diyen Atamız, kendisine düşmanlığı görev bellemiş sözde öğretmenlerden ders alarak yetişen gençlerin kimin eseri olduğunu manevi alemden görüyor mudur ?

Benim eğitim ve öğrenim yaşamımın geçtiği okullarda kimi öğretmenlerimizin bana ve arkadaşlarıma neler anlattığını açıklayarak bir zamanlar nasıl bir Atatürk düşmanı olduğumu itiraf edeceğim. Böylece yüce Atatürk’ün muazzez ruhundan bir kez daha bağışlanma dileyeceğim.

2 yıl kadar Kur’an kursu eğitimi aldım. Arap harflerini telaffuz etmeyi haftalar süren bir uğraş sonucunda başarabildim. Kolay değildi. Türkmen’dim ve Türkçe dışında hiçbir başka dil işitmemiştim. Gırtlağımız Türkçe’ye göre şekillenmişti ve Türkçe’nin seslerini çıkarabilir biçimde yetişmiştik. Ne var ki anlamını bile bilmediğimiz bir dilin harflerini kutsal sanarak söylemeye çabaladık ve bunu yaparken de hocamızın telkiniyle sevap işlediğimizi düşündük durduk…

Kur’an kursunda sadece Kur’an okumayı değil İslam dininin kimi kurallarını da öğreniyorduk. 32 farz denilen kurallar bunların başında geliyordu. Sürekli tekrar ediyorduk aynı bilgileri. Bir de hiçbir şey anlamadığımız Arapça cümleleri kutsal sözler diyerek yineleyip duruyorduk…

Bir gün bir arkadaşımız Arap harflerini “İslam harfleri “ şeklinde nitelemiş ve “ Biliyor musunuz beton kemal İslam harflerini yasaklamış ve gavur yazısını yazmayı emretmiş “ deyivermişti. Çocukça bir saflıkla beton kemal kim, diye sormuştum.

Gülüşmeler eşliğinde heykelleri kastedilerek Atatürk’e böyle bir yakıştırma yapıldığını o gün öğrenmiş ve uzun bir konuşmanın ardından Atatürk’e nefret duyguları ile dolmuştum.

Atatürk, Kur’an’ı yasaklamıştı. İslam harflerini kaldırıp gavur harflerini getirmişti. O bir din düşmanıydı…

Allah demeyi de yasaklamıştı. Herkese zorla Tanrı dedirtmişti. Hatta ezanımızı bile yasaklamış onun yerine “ Tanrı uludur “ diye bağırtmıştı.

O gün Deccal’i de öğrenmiştim. Kim olduğunu da…

O sıralar hem ilkokula gidiyor hem de Kur’an kursuna devam ediyordum. 4. sınıftaydım.

Sabah ilkokul, öğleden sonra ise Kur’an kursu vardı.

Öğretmenimiz okulda Atatürk’ü sürekli övüyordu. Okul kitaplarında da sürekli övülüyordu. Her yerde resmi vardı. Ama Kur’an kursunda bambaşka şeyler söyleniyordu.

Atatürk heykelleri putmuş. Onlara karşı saygı duruşunda bulunmak büyük günahmış.

Kur’an kursunda yaşı bizden büyük öğrenci ağabeylerimiz bize; “ sakın okulda bunları anlatmayın, Atatürk’ü çok sevdiğinizi söyleyin ama sakın sevmeyin.” Diye tembihliyorlardı.

Bu tembihe uyuyordum ve Atatürk’ü çok sevdiğimi söylüyordum, öğretmenimizin her soruşunda…

Gerçek şuydu ki ben ilkokulu bitirdiğimde çocuk yaşta olmama karşın tam bir Atatürk düşmanıydım. Hatta bazen korkuyordum onun heykellerinden ve resimlerinden…

Bu duygularımı ve bana Kur’an kursunda anlatılanları bir seferinde babama söylemiştim. Babam beni azarlayarak; “ O büyük adamdır. O devlettir. Devletin işine karışılmaz oğlum. Bize bazı şeyleri ters gelse de millete faydası vardır ki yapmıştır. İnanma sakın Atatürk’ü kötüleyenlere… demişti.

O çocuk yaşta içimden babamı küçümsemiş ve “ babam korktuğundan böyle diyor “ diye düşünmüştüm.

Sonra Küçükköy İmam Hatip Lisesi orta kısım 1. sınıfa yazıldık. Üstelik sınavla girmiştim. Talep çoktu ve öğrencileri sınavla alıyorlardı.

Okul açıldıktan birkaç hafta sonra üst sınıflardan ağabeylerimiz teneffüslerde sınıfa gelip bize kendi cemaat ve tarikatlarının propagandasını yapmaya başlamışlardı. Başlarda tam anlayamıyorduk ama dini şeylerden bahsediyorlar diye dinliyorduk.

Yıllar ilerledikçe okul çıkışlarında bazı evlere götürüldük. Oralarda tarikat toplantılarının yapıldığını artık biliyor ve anlıyorduk.

Bir süre sonra ağabeylerimiz tarafından bazı kitaplar verilmeye başlandı.

Afganistan’da İslamcı mücahitlerin “Rus kafirlere “ karşı nasıl savaştıklarını, İran İslam devriminin nasıl gerçekleştiğini ve “ İmam Humeyni”nin ne büyük bir adam olduğunu o kitaplardan öğrenmeye başladık.

Humeyni’yi sevdikçe Atatürk’e olan nefretim artıyordu. Daha çocuktuk ve beynimiz yıkanıyordu. Hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurduğu bir okulda.

Liseye geçtiğimde içimde fırtınalar kopuyordu. Her yanımız İslamcı cemaat ve tarikatlarca kuşatılmıştı. Okulda her tarikatın ve cemaatin temsilcisi gibi çalışan görevli öğrenciler vardı. Fakat hiçbir tarikat ve cemaat beni tatmin etmiyordu.

Sonunda yolum ocağa düştü. Hangi ocağa mı ? Elbetteki lise gençliğinin önemli bir kısmının gittiği ocaklara…

Ve orada ilk defa Atatürk’ü öven ama aynı zamanda dindar olan birini tanıdım. Şaşırmıştım. Adam hem dindardı hem de Atatürk’ü övüyordu. Bize Atatürk’ün çok milliyetçi bir adam olduğunu, Türk milleti için çalıştığını ve çok büyük devrimler gerçekleştirdiğini anlatıyordu. Hem bunları dinliyor hem de birlikte namaza gidiyorduk. Kafam iyice karışmıştı. Ama bu karışıklığa bir son vermeliydim.

Büyük bir araştırma ve öğrenme arzusuyla Atatürk üzerine yazılmış bir sürü kitap okumaya başladım.

Okudukça dinsel kimliğim yerine ulusal kimliğimin öne çıkmaya başladığını hissettim. Bir süre sonra şöyle düşünüyordum: “Atatürk tümüyle kötü bir adam değilmiş. Yaptığı çok iyi işler de varmış. En azından milliyetçiymiş. “

Artık milliyetçiydim ve milliyetçi olduğu için de Atatürk’ü sevmeye başlamıştım.

Milliyetçi duygularla Türk tarihi üzerine kitaplar okumaya başladım. Bir gün bana ocakta Hüseyin Nihal Atsız’ın bir romanı verildi okumam için. “Bozkurtların Ölümü” ve “ Bozkurtlar Diriliyor”…

Birbirinin devamı olan bu iki romanı deyim yerindeyse bir solukta okumuştum. Artık kafamdaki pek çok şey değişmişti. İslam öncesi Türk tarihine olağanüstü bir ilgi duymaya başlamıştım. Bir süre sonra Türklerin, Emeviler tarafından zorla ve katliamlarla Müslümanlaştırılmaya çalışıldığını ve Türklerin büyük can ve mal kaybına maruz kaldıklarını hüzünle öğrendim. Öğrendikçe Türkçülüğe ve Atatürk’e sevgim hızla artıyordu.

Artık görüyor ve anlıyordum ki, Atatürk, din maskesine bürünmüş olan Arap kültürüne karşı Türk kültürünü savunmuş, Türklüğü öne çıkaran bir devlet kurmuştu. Çocukluğumdaki o büyük nefret hızla sevgiye dönüşüyordu. Lise 3. sınıfa geldiğimde Atatürk karşıtlığının egemen olduğu okulda bile artık Atatürk’ü yavaş yavaş savunmaya başlamıştım. Zira derslerde öğretmenlerimiz kimi zaman açıktan kimi zaman da gizli kapaklı bir şekilde Atatürk’ü, laikliği, Cumhuriyeti eleştiriyor; bir kısmı Osmanlı’yı, bir kısmı da dünyadaki İslamcı hareketleri övüyordu. Hele İran İslam devrimine karşı büyük bir hayranlık vardı pek çok öğrenci ve öğretmende…

Bir gün Arapça dersimize gelen öğretmeniz, Arapça ile Türkçe’yi karşılaştırıp Türkçe’nin çok yoksul ve yetersiz bir dil, Arapça’nın ise muhteşem olduğunu anlatmıştı. Bir de çok ilginç bir söz söylemişti. Öğretmenimize göre Arapça aslında RABÇA idi. Yani Allah’ın dili idi…

Arapça olmasaymış Türkler isimsiz kalırmış. İsimlerimiz hep Arapça imiş. Türkçe’deki Arapça sözleri çıkarırsak Türkler isimlerini bile kaybederlermiş…

Arapça’yı yasaklayan Mustafa Kemal’in adı da Arapça imiş. Bu nedenle o, Mustafa adını kullanmaz, Kemal’i kullanır ve onu da “Kamal” şeklinde kullanırmış. Zira Kemal de Arapça

imiş…

Mustafa Kemal, Müslümanların mübarek ana dilleri olan Arapça’yı yasaklamakla Allah’ın lanetini üzerine çekmiş bu nedenle de aylarca siroz hastalığından kıvranarak ölmüş. Onu toprak kabul etmemiş, cesedi bir betona konulmuş…

Mustafa Kemal, şeriat kanunlarını kaldırarak gavurların yasalarını getirmiş, bu yüzden de o bir Deccal imiş…

Halife, Müslümanların lideriymiş ve Mustafa Kemal, halifeliği kaldırarak Müslümanları lidersiz, başsız bırakmış…

Mustafa Kemal’e karşı direnen Müslümanlar ve din alimleri hunharca katledilmiş…

Evet, böyle diyordu Arapça öğretmenimiz…

Bir de Edebiyat öğretmenimiz vardı. Kendisi aynı zamanda yazardı ve üç aylık bir edebiyat dergisi çıkarıyordu. Kendi yazdığı şiirlerini okur hatta onları özel kağıtlara bastırarak bize dağıtırdı…

Bir gün bu öğretmenimiz, derste Atatürk’ü övmeye başladı. Hayretle dinliyordum. Ama sonra maksadı açığa çıktı. Öğretmenimiz; “ O bir kurtarıcıdır”, dedi. Türk milleti sele kapılmış giden bir çocuktu; o elini uzatıp çocuğu selden kurtarmıştı. Kurtarmıştı ama kurtardığı çocuğa yapmadığını da bırakmamıştı. Onu, kimliğinden, inancından, geleneklerinden koparmaya çalışmıştı. Bir ölçüde de başarılı olmuştu.

Öylesine ihanet etmişti ki o çocuğa; neredeyse ırzına geçmişti…

Evet, Türkiye Cumhuriyeti’nin okulunda devletin öğretmeni böyle diyor, böyle anlatıyordu öğrencilere Mustafa Kemal’i…

Tek başıma itiraz ediyor; tepki koyuyordum. Fakat kimseyi ikna edemiyor, dışlanıyordum. Hatta bir arkadaşım bir seferinde bana; “ Sen bu okula niye geldin, fitne çıkarmaya mı ? “ demişti. Büyük bir kin duyuyordum okuluma ve o öğretmenlerime karşı…

Büyük Türk Milliyetçisi Mustafa Kemal’e nasıl böyle derlerdi.

Kabul edemiyordum.

İçimde büyüyen öfke, artık bana öğretilen din anlayışına karşı da yükseliyordu. Hararetle dini sorguluyordum. Bize öğretilen İslam’ın Türk ulusunun milli kimliği aleyhine kullanılan bir unsur olduğunu düşünmeye başlamıştım ve zamanla bu kanı bende iyice yerleşmişti.

Türk milletinin kimliğiyle barışık bir İslami anlayış olmalıydı.

İşte ben bunun için üniversite sınavında sadece İlahiyat fakültelerini tercih etmiştim.

Türk kimliğiyle barışık milli bir din anlayışının oluşumuna yahut tarihte var olan bu din anlayışının yeniden diriltilmesine hizmet etmeliydim.

Bunun için istemiştim İlahiyat okumayı…

İlahiyat fakültesinde beni, İmam Hatip Lisesindeki Atatürk ve Türk karşıtı zihniyetin katmerlisi karşılamıştı.

Fakültede bir hocamız, hiçbir bilimsel temeli olmadığı halde Arapça’nın bütün Müslümanların anadili olduğunu iddia ediyordu. Neymiş efendim; Peygamberin eşleri bütün Müslümanların anneleriymiş. O annelerimizin dili de Arapça imiş. O halde bizim de anadilimiz Arapça imiş. Bu nedenle Müslümanlar olarak anadilimizi öğrenmeli ve mümkün olduğunca anadilimizle konuşmalıymışız….

Bize bunları söyleyen şahsın akademik ünvanı da vardı; Doçent idi hocamız…

Örnekler o kadar çok ki…

Ama gerçeği hepimiz biliyoruz. Kur’an Kursları, İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat fakültelerinde koyu bir Türk ve Atatürk karşıtlığı aşılanıyor.

Bu okullardan mezun olan öğrencilerin büyük çoğunluğu Cumhuriyet değerleriyle barışık değil...

Bu sebeple bu okulların mevcudiyetini savunmak, devlet eliyle cumhuriyet karşıtı nesillerin yetiştirilmesinin devamını savunmaktır.

Günümüzde sorunun çok daha büyük olduğunu biliyorum. Artık tarikat ve cemaat okulları maalesef yurdun dört bir yanını sarmış durumda…

Ancak her şeye karşın yolumuzdan dönmeyeceğiz. Baş eğemeyecek ve pes etmeyeceğiz…

Gerici güçlerin dehşet verici ilerleyişlerine ve sahip oldukları devasa güce karşın Atatürk’ümüzü ve onun en büyük eserim dediği Laik Cumhuriyeti inanç ve kararlılıkla savunmaya devam edeceğiz.

Dinsel eğitim veren okullardan mezun olup da Cumhuriyet değerlerini savunan pek çok insanımız mevcut.

El birliği ve güç birliği ile Cumhuriyet aydınlığına hizmet etmeliyiz.

Zira, hiç kuşku yok ki, Türk ulusunu aydınlığa, mutluluğa ve refaha ulaştıracak yol Atatürk'ün yoludur, Atatürkçülük yoludur.

Çünkü; Atatürkçülük, bağımsızlık demektir. Atatürkçülük, hurafe, yobazlık ve bedevi gelenekleri yerine akıl ve bilimi rehber almak demektir. Atatürkçülük, gerici, teokratik referanslar yerine çağdaşlık ve laiklik demektir. Nitekim yüce Atatürk bir sözünde şöyle buyurmaktadır:

"Benim akıl ve bilimden başka manevi bir mirasım yoktur. Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir. "

Hiç kuşku yok ki Atatürk, Türk tarihinin yetiştirdiği en büyük şahsiyetlerden biridir.

Bu nedenle;

Atatürkçülük, binlerce yıllık Türk tarihinin kahramanları olan Oğuz Kağan, Bilge Kağan, Alparslan, Timur, Cengiz Han, Dede Korkut, Hoca Ahmet Yesevi, Karamanoğlu Mehmet Bey, Osman Bey, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Şah İsmail Hatai ve daha adını anmadığımız binlerce yüce kişiliğin yolunda yürümek demektir.

Yürüyüşümüz sonsuza değin sürecektir.

Bu vesileyle Hakka yürüyüşünün 70. yıl dönümünde bir zamanlar nasıl kendisine karşı nefret duyduğum ama sonra hayranlıkla bağlandığım şanlı Atatürk’ümüzü kalbimin derinliklerinden gelen mukaddes bir ürperme eşliğinde saygıyla anıyor manevi hatırası önünde sevgiyle eğiliyorum.

Ruhun şad olsun Yüce Atatürk !


Mustafa Cemil Kılıç

İstanbul, Kasım 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder