18 Ağustos 2009 Salı

Türk kürtsüz kürt türksüz olmaz

10 Ağustos 2009 Pazartesi, 00:18 AÇIK GÖRÜŞ



MHP’nin Kürt siyasî talepleri için direnç hattı oluşturmaya çalıştığını söyleyen Mümtaz’er Türköne, Bahçeli’nin geçmişte Kürt-Türk düşmanlığının oluşmaması için tabanını defalarca uyardığını hatırlatarak ‘Bunu yine yapmalı’ diyor ve ekliyor: Türklerle Kürtler Çaldıran’dan beri ortak siyasi tarihe sahip. Kardeş, duygudaş. Yani Türk Kürt, Kürt Türk demek.

MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE

Prof. Dr. Siyaset Bilimci

Abdullah Öcalan, son avukat görüşmesinde Ziya Gökalp’i referans göstererek kullandı bu sözü: “Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz olmaz”. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu ideolojisi kime aittir?” sorusuna verilecek en doğru cevap: “Ziya Gökalp’e aittir” olmalı. Bu ideolojiyi merak edenler mutlaka “Türkçülüğün Esasları”nı okumalı. Fakat, Gökalp’in Kürtler ile Türkler arasındaki bağı özetlediği söz, Öcalan’ın kullandığından oldukça farklı.

Gökalp karşıtlıklardan bir tanım çıkartıyor: “Türk’ü sevmeyen Kürt Kürt değildir; Kürt’ü sevmeyen Türk Türk değildir” diyor. Bu gönüllü birliği emreden subjektif bir tanımlama. Öcalan’ınki ise kendisine ait değil; meselâ ben bu sözü daha önce çok kullandım. Bu söz objektif şartları, özellikle tarihî tecrübeyi referans alıyor. 1514 Çaldıran Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti bir Balkan devleti. Çaldıran’da Kürtlerle ittifak yapılıyor ve Osmanlı Devleti bir Orta Doğu İmparatorluğu haline geliyor. Çaldıran Savaşı ve sonrası hem Kürtler hem de Türkler açısından “Kürt Türksüz, Türk Kürtsüz olmaz” sözünü ispatlıyor.

İki halkın uyumu

Bu sözün daha eskisi Tacikler için söylenmiş: “Türk Tat’sız olmaz”. Fars kültürünün en güçlü kollarından biri Tatlar, yani Tacikler. Mevlana Celaleddin Rumî’nin Tacik olması ve kendi öz dilinde yazması bu kültürün derinliğine dair hepimizin bildiği bir örnek olmalı. Orta Asya’da Türkler kılıç hakkı ile düzen kurarken bu düzeni Taciklerle kalıcı hale getirmişler. Orta Asya’daki Fars etkisi İran değil, doğrudan aynı zamanda Sünnî olan Taciklerden geliyor.

Yavuz Sultan Selim ile Kürt âlimi İdris-i Bitlisî arasındaki yakınlık, yüzyıllarca Kürt coğrafyasında geçerli olan düzenin temelini teşkil ediyor. Dünya tarihinde iki halk arasında sağlanan bu uyumun başka örneğini bulmak çok zor. Yavuz, Şah İsmail’in üzerine giderken Kürtlerin desteğini alıyor. Bu desteğin Yavuz-İsmail rekabetinde sonucu tayin ettiği konusunda tarihçiler hemfikir. Kürtlerin desteği ile Yavuz, Memlukları da dize getiriyor ve Osmanlı Devleti bugün Orta Doğu denilen Abbasi coğrafyasının neredeyse tamamını ele geçiriyor.

Yavuz Kürtlerin verdiği bu kritik desteğe karşılık, yine dünya tarihinde benzeri olmayan bir jestte bulunuyor. İdris-i Bitlisî’ye altında kendi tuğrası olan boş kâğıtlar gönderiyor. Yani Padişah mutlak iradesini oradaki Kürt beylerine devrediyor. Yüzyıllarca egemen olan düzen, o boş kâğıtlara yazılan fermanlarla ortaya çıkıyor. 1839’da Tanzimat’ın ilanı ile devlet merkezîleşmeye karar verince bu düzen sona eriyor ve Kürt ayaklanmaları başlıyor.

Ancak Kürtlerle Türkler arasındaki u-yum bu ayaklanmalara rağmen devam ediyor. I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin tahrikine rağmen Kürtler cepheyi terk etmiyor.

Savaş sonrasında da “Bağımsız Kürdistan” önerilerini geri çevirip kaderlerini Ankara Hükümeti’ne bağlıyorlar. “Kürt Türksüz olmaz” sözü, tersiyle birlikte bu yüzden uzun tarihin eseri. Bu söz basit bir temenni olmanın ötesinde bu tarihi özetliyor.

Kürt Marksizmi

68 Kuşağı’nın namlı temsilcilerinden, bugün gazeteci olarak tanınan ve 12 Kötü Adam arasına girmeyi başaran iki Mülkiyeli’den aynı hikâyeyi dinlemiştim. Sene 1969.

Türkiye’yi sarsan önemli olaylardan biri: İmran Öktem’in cenazesi. Yargıtay Başkanı ölüyor ve Voltaire’in “Tanrıyı insanlar yaratmıştır” sözünü söylediği için cenaze namazında olaylar çıkıyor. Maltepe Camii’nde iki taraf arasında kavga çıkıyor. Sol kesimin kavgada öne çıkan iki önde gelen temsilcisi bu iki Mülkiyeli. Bu iki 68’liye yıllar sonra biri “Benim solcu olmamın müsebbibi sizlersiniz. O olayda sizi önde görünce bende kavgaya karıştım” diye ilk sol eylemini anlatıyor. Bu “biri” Abdullah Öcalan. Bu hikâyeyi bu iki gazeteciye, Suriye’de örgütün başında iken anlatıyor. 1974 affından Fakülteye dönen yaşlı öğrenciler arasında ben de Öcalan’ın simasını hatırlıyorum. 68’in başlattığı Marksist-Leninist ideolojik gruplaşmalardan birinin mensubuydu. Belki de bugüne kalan tek temsilcisi. Son görüşmesinde, 68’in en parlak isimlerinden Mahir Çayan’ın hatırasını nasıl yaşattığını anlatıyor.

PKK Marksist-Leninist bir örgüt olarak kuruldu. Daha önemlisi Stalinist yöntemlerle gelişti. Bugün Öcalan Marks’ta bazı hatalar keşfetse de, bu örgüt ideolojik olarak bu geleneğin içinde yer alıyor. Öcalan’ın Kürt Kemalizmi önermeleri bile, 68 Kuşağı’nın Marksistlerinin Kemalist çözümlemelerinden farklı değil. PKK’yı bir Kürt Marksizmi (hatta Leninizm ve Stalinizmi) olarak tanımlamak bana çok uygun görünüyor.

Anti-Kürdizm

O zaman şu soru önem kazanıyor. Kürtler Marksist olur mu? Ben şu cevaptan eminim. DHKP-C ne kadar Türk örgütü ise PKK’da o ölçüde ideolojisiyle Kürtleri temsil yeteneğine sahip. Dikkat edin “ideolojisiyle” diyorum. Tarihsel ve aktüel olarak PKK’nın Kürtleri temsil yeteneği inkâr edilemez. Peki şartların, yaşananların eseri olan bu temsil kabiliyeti, ideolojik olarak geçerli mi? Şartlar normalleşse, şiddet her şeyi tayin eden temel belirleyici olmaktan çıksa, PKK’ nın Kürtler üzerindeki -üçte bir olarak tahmin ettiğim- temsil kabiliyeti sürer mi? Kürt siyaseti özgür bir ortamda çoğullaştığı zaman ve kafalarındaki silah-hem Devlet’in hem PKK’nınki- ortadan kalktığı zaman PKK’nın temsil yeteneği ne olur?

Etnik olarak Kürt karşıtlığını ifade

edecek daha iyi bir kelime bulamıyorum. Türkiye’de bir “yabancı” veya “öteki” düşmanlığı şeklinde bir Kürt karşıtlığı elan mevcut. Sorunun çözümü yaklaştıkça bu anti-Kürdist eğilimlerin güçlenmesi de kaçınılmaz. Cumhuriyet döneminde yaşadıklarımızı insaf ölçüleri içinde gözden geçirip bir sonuca ulaşmamız lâzım. Musul Meselesi çözülmeyince Devlet Kürtlere özerklik vermek yerine asimilasyona karar verdi.

Bunun için merkezî ulus devletin başta eğitim olmak üzere bütün araçlarını kullandı. Kabul etmek gerekir ki büyük ölçüde başarılı da oldu: Bugün Diyarbakır’da 15 altı yaştaki çocukların -bir araştırmaya göre yüzde 70’inin- Kürtçe bilmemesi bir ölçü olarak görülebilir. Fakat bugün karşımızda çözüm bekleyen sorun, asimilasyon politikasının iflas etmesi anlamına geliyor. Zorba asimilasyon politikalarının yol açtığı Kürt sorunu, ancak Kürtlerin etnik kimliklerine saygı esasında çözülebilir. Bunun çaresi ise İçişleri Bakanı Atalay’ın açıkladığı gibi demokrasi standartlarının yükseltilmesi ile mümkün. Kürt sorunu bir Kürtçe sorunu.

Kürtçenin anadil olarak edineceği statü, sorunun çözümünün neredeyse tek başına maddi temelini oluşturuyor.

Geri kalanı kırılan dökülen şeyleri onarmaktan, karşılıklı güven ortamını geliştirmekten ve psikolojiyi düzeltmekten ibaret.

Bağımsız Kürt devleti başta olmak üzere hedeflenen federasyon gibi siyasî hedefler Kürt entelejensiyasının romantik hayali olmaktan başka anlam taşımıyor. Türkiye’nin güçlü entegrasyon dinamikleri var ve bu dinamiklerin büyük kısmı özgün.

Türkiye’yi bir arada tutan psikoloji ve maşerî vicdan bu özgün dinamiklerin eseri. Giderek büyüyen anti-Kürdizme rağmen Kürtlerin başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin Batısından vazgeçmeleri çok zor.

Anti-Kürdizmin içeriğini de aslında Türkiye’nin bütünleşme dinamikleri yansıtıyor. Kürtlerin yarısından çoğu Fırat’ın batısında yaşıyor. Kürt göçü alan Batılı şehirlerde yaşanan ekonomik sıkıntılar ve çarpık kentleşme iki toplumu karşı karşıya getiriyor.

Mesele bütünüyle yoksullar arasında bir ekmek kavgası. Ekmek kavgası olduğu için de her şey seferber ediliyor. En başta da etnik kökenler.

Türk sorunu

Şayet bu basit insanî ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçlardan kaynaklanan gerilimler siyasî bir nitelik kazanırsa o zaman ortaya bir Türk sorunu çıkar. Aynı işe talip iki işsiz gençten biri Türk, diğeri Kürt ise sorun kendiliğinden etnik bir soruna dönüşür. İki komşu dükkan sahibi arasındaki kavga, arada etnik farklılık varsa zayıf düşenin etnik imdat çağrısı ile noktalanır.

MHP yürüttüğü sıkı muhalefet ile gerçekte Kürt siyasî talepleri için bir direnç hattı oluşturmaya çalışıyor. Varlık sebebi milliyetçilik olduğu için üniter ulus devlete yönelik Kürt taleplerini engellemek için tedbir arıyor. MHP’nin üstlendiği bu rolü bugüne kadar devlet, resmî asimilasyon politikası ile yerine getiriyordu. MHP’nin temsil ettiği milliyetçi damar da, devletin gerisinde gelişmeleri takip ediyordu. Şimdi devlet, yani askerler de tatmin edici bir çözümden yana olunca ortada ulus-devleti savunan tek güç olarak MHP kalıyor.

Sorun MHP’nin bu savunma hattına, toplumun insanî ihtiyaçlarından kaynaklanan özellikle de Batıda yığılan etnik gerginlikleri dahil etme tehlikesi. Bu sosyal eğilimlerin siyasallaşma ihtimali çok yüksek ve siyasallaştığı zaman büyük bir çatışma potansiyeli barındırıyor.

MHP başından itibaren Türkiye’nin ana Türk damarını temsil eden Orta Anadolu’da gelişti ve kökleşti. MHP bir Orta Anadolu partisi olarak büyüdü. Son seçimlerden itibaren MHP coğrafî tabanını değiştiriyor ve Batı’ya taşınıyor.

MHP’nin oyunu arttırdığı yerler önemli sayıda Kürt göçü alan ve Kürt gettolarına sahip olan yerleşim yerleri. Anti-Kürdizm MHP’yi doğal bir şekilde besliyor. Ama tersine bir Kürt-Türk çatışmasında karşı en dikkatli ve en sağduyulu lider MHP lideri Devlet Bahçeli oldu. Türk-Kürt düşmanlığını engellemek üzere Partililerini defalarca uyardı. Bugün görünür bir etnik çatışmanın ortaya çıkmamasının arkasında MHP liderinin bu yapıcı rolünün payı oldukça büyük.

Bahçeli sorumlu davranmalı

Ancak bugün durum çok farklı. Kürt sorunu çözülüyor. Kürtler umutlu ve iyimser. Bu durum Kürt siyasal talepleri konusunda bir endişe yaratıyor. MHP bu endişeyi, Batı illerindeki Kürt karşıtlığı ile birleştirerek bir siyasî savaş yürütebilir mi? Bu soru endişe verici. Hükümete ve açılımı savunanlara yönelttiği sert sözlere rağmen Bahçeli’nin Kürt toplumuyla ilgili hala sıcak mesajlar veriyor olması, dikkatli ve özenli davrandığına ve davranacağına bir delil olarak alınabilir. Sorun yeni bir merhaleye girdi.

En etkili yöntem olan deneme-yanılma yönteminin ilk örnekleri ortaya çıkan tepkiler. Muhtemeldir ki değişecek. Mutlaka değişmeli. Bahçeli, Öcalan’a en uzak duran siyasetçi olarak görülebilir. Ama Öcalan’ın benimsediği “Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz olmaz” sözünü Devlet Bahçeli’nin de kabul edeceği ve söyleyeceği kuşku götürmez.

Türkiye 25 yılını, 40 bin insanın hayatına malolan etnik terör ile geçirdi. 40 bin insanın hayatı bir Kürt-Türk düşmanlığı yaratmadı. Demek ki çözüme yaklaşıldığı anda da bu tür bir düşmanlığın ortaya çıkma ihtimali çok zayıf. Sağduyunun emri de bu istikamette. Objektif şartlar sorunun bütün taraflarına “Türkün Kürtsüz olamayacağını” gösteriyor. O zaman çözüm için daha da umutlu olmalıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder