18 Ağustos 2009 Salı
Dağlardaki Türk izlerini siliyorlar
Van’ın Bahçesaray ilçesindeki Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kimliği vurgusu yapan anlamlı sözünün yerine ’Önce Vatan’ sloganı yazıldı
Fatih Çekirge’nin Hürriyet Gazetesi’ndeki yazısı, Güneydoğu’da bir gerçeği ortaya çıkardı. Sözde Kürt açılımının tartışıldığı şu günlerde ilk açılım dağlarda yapılmış. Van’ın Bahçesaray ilçesi yakınlarında bir tepenin yamacındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün sözü olan “Ne mutlu Türküm diyene” sözü silinmiş. Yerine “Önce Vatan” sloganı yazılmış.
Bir yaşlı anlatıyor
Çekirge’nin yazısından, değişikliğin bölge milletvekilleri ve ileri gelenlerin isteği ile yerine getirildiği anlaşıyor. Yazıda Fatih Çekirge, konuyu Bahçesaray Festivali nedeniyle katıldığı bir yemekte yanında oturan bir yaşlının, kendisine anlattığına yer veriyor. Adını vermediği köylü, Çekirge’ye, “Biliyor musun devlet artık makul... Devlet şefkati geliyor...” diyor. Eliyle dağdaki ’Önce Vatan’yazısını gösterirken yine fısıldıyor: “Bak şu dağdaki yazının yerinde daha önce ” Ne Mutlu Türk’üm diyene “ yazıyordu...” Bu olay sayesinde yaşlının kafasındaki devlet eski özelliklerini (yazıda belirtilmemiş) bir anda kaybediyor. “Makul” oluyor, “devlet şefkati” geliyor. Bu sevindirici ve çok önemli gelişmeyi de ilçesine gelen bir gazeteciyle paylaşmayı bir görev biliyor.
Yazıda, köylünün düşüncesinin bu şekilde değişmesine neden olan tek bir olay anlatılıyor. Dağın yamacındaki “Ne mutlu Türküm diyene” yazısının silinmesi. Yerine de “Önce Vatan” yazılması. Çekirge, yazısında köylünün, bu şekilde sevinip, mutlu olmasına devlet hakkındaki düşüncelerinin değişmesine neden olacak başka ekonomik, sosyal ya da kültürel hiç bir gelişmeden bahsetmiyor. Bir köylünün anlatımına göre: Çekirge gelişmeyi şöyle aktarıyor:
Yanlış anlaşılır
“Bölgenin milletvekilleri, ileri gelenleri devlete demişler ki; ’Kimsenin bu sözle bir sorunu yok. Ama hassasiyetleri biliyorsunuz. Bu hassasiyetler üzerinden yapılan propagandayı biliyorsunuz. Şimdi ben Kürdüm diyen insanların önüne ‘Ne mutlu Türk’üm diye yazarsanız bu yanlış anlaşılır... Bunu kullananlar çıkar.”
Gelişmeyi önemsiyor
Çekirge, gelişmeyi şöyle yorumluyor: “Bu uyarılar makul gelmiş. Ve o dağa ” Önce Vatan “ diye yazılmış...İşte ben bu gelişmeyi önemsiyorum... Elbette ” Ne mutlu Türk’üm Diyene “ yazısı beni rahatsız etmez... Çünkü ben bu sözü, bir Irk’ın böbürlenmesi ya da kendisini diğerlerine üstün görmesi olarak algılamıyorum. Ben bu sözü, bu topraklarda yaşayan insanların kendisini bir millet olarak bu isimle tanımlaması olarak düşünüyorum”
Haber: Salim YAVAŞOĞLU
Kürtler ne istiyor?
Kürtler ne istiyor?
Türkiye siyasi tarihinde ‘Kürtler ne istiyor’ sorusu çok eski bir sorudur. Doğal olarak bu soruya, ‘sorun olan’ Kürtlerin muhatap oldukları düşünülür, akıl bunu emreder çünkü. Bu yüzden de soruya makul bir cevap, Kürtlerin siyasi temsilcilerinden, politik önderlerinden ve aydınlarından beklenir.
ORHAN MİROĞLU
Yazar
Türkiye’nin koşullarına uymadığını ya da gerçekçi olmadığını düşünsek de, Kürtlerin bu soruya her zaman iyi kötü bir cevapları olmuştur. Bu gerçeği görmezlikten gelmek, insafla bağdaşmaz. Bu soruya cevabı, ‘sorun olan’ Kürtlerin kendileri vermiştir, ama bu cevaplar ya hiç tartışılmamıştır, ya da tartışılmasının önüne ciddi engeller konmuştur.
Bu noktada, devletin soruyu önemsizleştiren, böyle bir sorunun ne kadar gereksiz olduğunu hatırlatan itirazlarını da bir kenara atamayız. Çünkü bu itirazlar, sorunun asıl muhatabı olan Kürtlerin verdiği cevapların, toplum içinde anlaşılmasını imkansız hale getirmeye yöneliktir. Devletin resmi cevabı inkardan kaynaklanır ve basitçe şöyledir: ‘Kürtler bu ülkede milletvekili, bakan, vali, kaymakam vs olabilmektedirler ve anayasamızda bütün yurttaşlara eşitlik sağlanmıştır.’
‘Ulusal çıkar’ perspektifi
Hep öyle sanılır; Kürtlerin geleceğe ilişkin tasarılarında bağımsız bir devlet kurmaktan başka bir şey yok ve Kürtler aslında hangi devletin sınırları içinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, onların demokratik hak ve özgürlükler için verdikleri mücadele, asıl amaca ulaşmak için uğranılan bir ara istasyondan ibaret kalacaktır. Oysa bir halkın saplantı ölçüsünde ayrılmadan yana ve bölücü görülmesi ve onunla ilgili bütün politik tavırların bu çerçevede belirlenmesi sağlıklı bir bakış açısı değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse bu konudaki tartışmalar bugün sadece ‘Türkiye’nin Kürt sorunu’ bahsinde değil, ama artık küresel diyebileceğimiz bir meselenin nihai olarak önümüzdeki yıllarda alacağı hal bakımından da yapılıyor. Çünkü ve birincisi, birbirleriyle komşu dört ülkede yaşayan Kürtlerin, içinde yaşadıkları sosyal-siyasal zeminler çok farklıdır ve bu farklılık, her ülkede başka çözümleri gündeme getiriyor.
İkincisi, Kuzey Irak’ta kurulan federal yapının, Kürtlerin ulusal tarihlerinde hep muhayyel bir yeri olmuş ama gerçekleşmemiş bağımsız bir devlete dönüşmesi halinde, bunun, komşu ülkelerde yaşayan Kürtlerin yürüttükleri demokratik-siyasal mücadeleyi nasıl etkileyeceğinin bugün için net bir cevabı yok. Şunu söylemek mümkün tabii: Kürt toplumunda, ‘ulusal çıkarların’ penceresinden bakmak alışkanlığı yeni bir siyasal kültür olarak beliriyor. Ulus-üstü hukukun daha çok benimsenmesi ve savunulması ve bölgesel ticari hareketliliğin artması yoluyla, yüzyılı neredeyse temassız geçirmiş bir halkın arasında kurulacak ilişkilerin, bu ulusal kültürü daha güçlü hale getireceği de tahmin edilebilir. Ve bu ulusal kültürü etkileyecek bir diğer faktör de, Kürtlerin içinde yaşadıkları ülkenin çözümsüzlükte ısrar etmesi, ya da tersi, demokratik bir çözümü benimsemesi olacaktır. (Olabilecek en kötü şey ise, Kürtlere hak tanımaya yanaşmamaktır...)
Bugün itibariyle, Kürtlerin kurduğu siyasi partilerin, önerdiği iki çözüm biçimi var. Birincisi federasyon. Diğeri de, sorunun çözümünü demokrasi ve demokrasinin geliştirilmesinde gören anlayıştır. Bu anlayış, DTP’nin, Meclis’te milletvekillerine dağıttığı Kürtçe, İngilizce ve Türkçe olarak yazılmış programda ‘Demokratik Özerklik’ olarak tanımlanmıştır ve her bakımdan tartışılmaya değerdir. Oysa tartışılmak bir yana, program hemen bölücülük olarak ilan edilmiş, bunun Meclis çatısı altında dağıtılmasının bile ne kadar büyük bir cesaret olduğu söylenmiştir.
Federasyon fikrini HAK-PAR (Hak ve Özgürlükler Partisi) ve KADEP (Katılımcı Demokrasi Partisi) savunuyor. Federasyonu savunanların, siyasal-sosyal gerekçelerini, kamuoyu doğrusu yeteri kadar bilmiyor. Ama federasyon fikrine de bir alışkanlık olarak, birtakım ön kabullerle yaklaşıldığını söylemek mümkün. Bunun sebebi, Türkiye’de 25 yıl sürmüş şiddetli silahlı mücadeleden beslenen bir siyasal kültürün ve dışlayıcı psikolojilerin hâlâ hüküm sürmesidir. Ayrıca, Kürt sorunundan beslenen politik paranoyaların bu ön kabullerin oluşmasında ve savunulmasında hatırı sayılır bir yeri vardır.
Federalizmi tartışmak
Bilindiği gibi, federasyon birliği değil, bütünlüğü ifade eder. Federalizm düşüncesi, birlik ve farklılık, özerk durmak isteyen etnik bir toplulukla, ulusal egemenliği tek başına kullanan bir ulus arasındaki politik dengelere dayanır. Böyle bir sistemin inşası, her şeyden önce, karşılıklı hoşgörü, uzlaşma, diyalog, empati ve farklılıklara saygı gibi duyguların güçlü olduğu toplumlarda mümkündür. Bu değerlere sahip toplumlar ise, demokratik kültürü içselleştirmiş toplumlardır. Yani federasyon fikri, bir arada yaşamanın zorluklarından rahatsızlık duyan ve bıkan insanların ayrılmayı kolaylaştıran bir tasarısı olarak görülemez. Federasyon bir etno-bölgesel temsili ifade eder. Böyle bir çözümün kabul edilmesi, özellikle Kürt yurttaşların ülke genelinde, anayasal haklarını kullanabilmeleri bakımından ne gibi açmazlar yaratacaktır?
Kürt nüfusun yarısı, Türkiye’nin birçok ilinde, başka halklarla iç içe yaşıyor; yoğunluklu bir nüfusun olduğu bölgede de, geleneksel kurumların hem toplumsal hem siyasal hayatta belirleyici konumu sürüyor.
HEP’ten bu yana Kürtlerin kurduğu partilerin Doğu ve Güneydoğu’da aldığı ortalama oy yüzde 30’u geçmiyor. Kalan oylar, geleneksel kurumların tercih ettiği ve Kürt sorununda demokratik bir çözüm programına sahip olmayan partiler arasında paylaşılıyor.
Siyaset alanını paylaşan bu grupların, federal bir örgütlenmede, bu sefer etno-bölgesel gruplara dönüşeceğinden bugün için kuşku duymamak lazım.
Türkiye yurttaşlığı
Öte yandan, Federalizmi ve federalizm için zorunlu olan demokratik kültürü sivil toplum ve entelektüel üretim besler. Kürt toplumunun bugün için her iki bakımından da gelişkin olduğunu söylemek mümkün değildir. ‘Federal ortaklar’ arasındaki ahlaki mutabakat sivil toplum ve entelektüel üretimin yaratacağı kültürle mümkündür.
Etnik kimliklerin ya da ulus egemenliğinin mutlaklaştırıldığı bir toplumda, federal ilişkilerin ve sistemin kurulması zordur. Federal sistem için, ortakların yeni ve paylaşılan değerlere sahip olması gerekir. Federasyon tek ve ortak bir kimlikle kurulamaz. Federasyonu oluşturan farklı etnisitelerin milliyetçi düşünce ve fikirlerden ibaret olmayan, bunun ötesinde bir yurtseverlik idealine ulaşması gerekir. Ülkemizin koşullarında bu ideal, anayasal yurtseverliğin sağlayacağı yeni bir hukuk bağlamında ‘Türkiye yurttaşlığı-yurtseverliği’ olarak beliriyor.
Bu yurtseverlik idealinden henüz ne kadar uzak olduğumuz ise ortada. Yakınlaştığımız oranda da federasyon dahil, anayasal yurttaşlığa- yurtseverliğe, ortaktoplumluluğa ve çokkültürlülüğe hatta özerkliğe kadar uzanan farklı çözüm biçimlerini daha soğukkanlılıkla tartışabiliriz.
orhanmir@hotmail.com
yaşasın türk ve kürt kardeşliği
17 Ağustos 2009 Pazartesi, 00:25 AÇIK GÖRÜŞ
Bıji bıratiya turk u kürda yaşasın türk ve kürt kardeşliği
Metin Heper’in Devlet ve Kürtler kitabına, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Kürt sorunun çözümüne değindiği konuşmasında atıfta bulunmuştu. Heper’in temel tezi, Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir zaman sistematik olarak Kürt halkına yönelik asimilasyon politikası gütmediği şeklinde özetlenebilir. Heper, Açık Görüş için kaleme aldığı yazısında, “nihayet sorunun çözümü için karalı adımlar atılıyor” diyor ve ekliyor: Zaten hiçbir zaman hasım olmadık
METİN HEPER
Prof. Dr. Bilkent Üniversitesi
1920’lerin başından bugüne kadar zaman zaman alenen ‘Kürt sorunu’, bu ülkeye çok pahalıya mal olmuş ve birçok vatandaşımızın kaybına ve geride kalanların derin acılara gark olmalarına yol açmıştır. Şimdi artık bu meselenin çözümlenmesi için, önemli ve kararlı adımların atılmasına başlanmıştır. Çözüm sürecinin iki boyutu vardır. Birincisi, bu süreçte kimler, hangi kurumlar rol oynayacaklar ve nasıl bir üslup takip edilecektir? Cumhurbaşkanımız, bazı bakanları ve danışmanları ile Başbakanımız, Genelkurmay Başkanımız, üniversite, medya ve düşün hayatımızın diğer bazı mensupları konu ile ilgili görüşlerini ifade etmektedirler. Hükümet de çözümün ana hatlarını tespit amacıyla bir arama - danışma faaliyet yürütmektedir. Diğer taraftan da, devlet, siyaset ve toplum katlarında uygun bir psikolojik ortamın hazırlanması çabaları sürmektedir. Bu husus ile ilgili aşılması gereken bir durum, Parlamentoda grubu bulunan iki önemli muhalefet partisinden birinin bir günden diğerine konuya bakış açısının değiştiği izlenimi vermesi, diğerinin ise konuya hayli olumsuz yaklaşmasıdır. Umulur ki kısa zamanda bu durum değişir ve sorunun gerektirdiği konsensüse en azından Parlamento düzeyinde varılır.
Çözüm için kritik evre
Sorunun çözümlenmesi sürecinin ikinci boyutu, hangi ‘açılım’ların yapılacağıdır. Değişik düzeylerde çeşitli öneriler sunulmakta, bu önerilerden hangilerinin öne çıktığı saptanmaya çalışılmakta, hem tek tek öneriler hem de en çok üzerinde durulan öneriler çerçevesinde tartışmalar devam etmektedir. Önerilerin isabeti, söz konusu önerilerin arkasında yatan varsayımların doğruluğuna ve adı geçen önerilen hangi dinamikleri harekete geçireceğinin doğru olarak tahmin edilebilmesine bağlıdır. Bu yazıda, şimdiye kadar yapılmış önerilerin arka planındaki varsayımlar ve yapılmış bazı temel önerileri irdeliyoruz.*
Söz konusu varsayımlar şöyle özetlenebilir: Türkiye Cumhuriyet etnik anlamıyla (soyu ve sopu bir olan) Türklerin devletidir, Türklerin dışındaki etnik unsurlar, Türk devleti tarafından ikinci sınıf vatandaşlar olarak algılanmıştır. Gerek bu nedenden dolayı gerekse “Türk devleti Kürtlere daima hasmane bir tavır takınmış olduğu için”, yani onların “asimile etmeye çalıştığı, etnik kimliklerini inkar ettiği, yaşadıkları bölgenin sosyo ekonomik bakımdan geri bıraktığı ve onlara kötü muameleyi reva gördüğü için”, Kürtler Türklere ve “onların devleti”ne karşı tavır almışlar ve deyinilen nedenlerle çeşitle defalar isyan etmiştir. Türkler ve “onların devleti” bu hatalarını kabul etmeli, Öcalan’ı, PKK’yı ve veya DTP’yi muhatap almalı, söz konusu kişi ve veya kurumlar ile durumu müzakere etmeli ve Kürtlere kültürel (kişisel) haklar yanında kolektif (grup) haklar (ana dilde eğitim ve çeşitli düzeylerde siyasi haklar) vermeli ve tüm bu haklar Anayasada da tescil edilmelidir.
Hiç hasım olmadık
Bu varsayım kümesi yalnızca ana hatları ile belirtilen çözüm önerilerine yol açmamakta aynı zamanda muhtemelen bazı Kürtlerin ve Türklerin birbirlerini hasım olarak görmelerine yol açmakta ve giderek Türkler arasında da husumet doğurmakta onların da birbirlerini giderek ‘vatan hainliği’ ile suçlamalarına sebep olmaktadır. Bu varsayımların isabetli olmadıklarını, bu nedenle de bunlar üzerine bina edilmiş çözüm önerilerinin sorunun halledilmesine yardımcı olamayacağını, aksine sorunu daha da çözümsüz hale getirebileceklerini düşünüyoruz.
Müşterek 600 yıllık tarihleri boyunca ve bugün, genel olarak Kürtler ve Türkler birbirlerine karşı yaygın bir husumet duygusu beslememişlerdir. Osmanlı döneminde devlet, Kürtler ve de Türkmenler dahil tüm etnik-dinsel unsurlara eşit mesafede durmuştur. Kürtler birkaç defa isyan etmişler, ancak bu isyanları Kürt etnik milliyetçiliği tetiklememiştir. Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemlerinde Kürt isyanlarının değişik dönemlerde farklı nedenleri, Batılılaşmanın, sekülerleşmenin,** yönetimin merkezileşmesinin aşiret beylerinin otoritelerini sarsması, ayrılıkçıların ideolojik gündemleri, Kürtlere zaman zaman kötü muamele edilmesi ve yabancı devletlerin tahrikleri olarak ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’da Kürtler, özellikle II. Abdülhamid döneminde (1876-1909), devletin önemli mevkilerinde hizmet etmişlerdir. İstiklal Savaşı’nda Kürtler ve Türkler omuz omuza savaşmışlardır. Bu savaş sırasında, TBMM’nin, başkentin geçici olarak Kayseri’ye nakledilip nakledilmemesi konusunu ele aldığı oturumda Kürt Diyap Ağa kürsüye çıkmış ve “Efendiler biz buraya vatanı müdafaa etmeye ve gerekirse ölmeye geldik, kaçmaya değil” demiştir. 1990’ların sonlarına doğru, yani iki taraftan da binlerce insanın hayatını kaybettiği uzun yılların ardından Güneydoğu’da yapılan bir araştırmada halkın sadece yüzde 4’ü Kürtlere belli konularda özerklik verilmesinin uygun olduğunu düşünmüş, ayrı devlet olma konusu ise gündeme getirilmemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti etnik anlamıyla sadece Türklerin devleti olmamıştır. 1920’lerin başında Atatürk, Türklerin, Kürtlerin ve diğer etnik unsurların yüzyıllar boyunca kültürel bir alışveriş içinde olduğunu, artık aralarında paylaştıkları ideallerin, değerlerin ve tutumların paylaşmadıklarından daha fazla olduğunu, bu nedenle artık tüm bu etnik unsurların homojen bir millet oluşturduğunu belirtmiştir. ‘Türk milleti’ ibaresindeki ‘Türk’ sözcüğünü de bir sıfat (belli bir soya atıf) olarak değil bir isim (tüm etnik unsurların birlikte oluşturduğu millete atıf) olarak kullanmıştır. O yıllarda ve daha sonra gerek Atatürk gerekse İnönü’nün nazarında tüm etnik unsurlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit haklara sahip vatandaşları olarak görülmüşler, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını birincil kimlik, etnik kökenleri ise ikincil kimlik olarak düşünülmüştür.
İkincil kimlik tartışması
Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürtlerin Türkler ile aynı idealleri, değerleri ve tutumları büyük ölçüde paylaştıkları varsaydığı için Kürtleri asimile etmesi yahut onların kültürel ikincil kimliklerini inkâr etmesi için bir neden yoktu. Kürt kimliği 1930’ların sonları ve 1940’ların başlarında sadece bir grup ‘entelektüel’ tarafından inkâr edilmiş, ancak bu yaklaşım hiçbir zaman resmi devlet politikası olmamıştır. Devlet, sadece ve bir süre için Kürtlerin ikincil kimliğini bilinçli olarak göz ardı etmiştir.
Bunun da nedeni Kürt isyanları sırasında Kürtlerin ikincil kimliklerinin birincil kimliklere dönüşmesinden çekinilmiş olmasıdır. Böyle bir dönüşümün meydana gelme ihtimalinin zayıfladığı düşünüldüğündünde, bu tedbirlerin bazılarından, örneğin umumi müfettişliklerden, vazgeçilmiştir. Devletin esas amacı asimilasyon olsaydı, bu tedbirlerde sonuna kadar ısrar edilirdi. Devlet yüzyıllar boyunca kendiliğinden meydana gelmiş entegrasyonun bozulmasını önlemeye çalışmıştır; devlet entegre olmamış bir unsuru asimile etmeye çalışmamıştır.
Güneydoğu’nun sosyo-ekonomik bakımdan geri kalması da devletin resmi politikasının sonucu değildir. 1930’lardan bugüne bölgeye yaptığı yatırımlar nispi olarak diğer bölgelere yaptığı yatırımları çok defa katlamıştır. Bölgenin yine de geri kalması, özel sektörün bu bölgeye gereken ilgiyi göstermemiş olmasındandır. Bunun da nedeni bu bölgede gerekli alt yapının çok eksik kalmasıdır. Son yıllarda ise PKK terörü, bölgenin sosyo-ekonomik kalkınmasını baltalamıştır. Yukarıda zikredilen varsayımlar kümesinin bir boyutu isabetsiz değildir; devletin resmi politikası o çizgide olmamasına rağmen, özellikle yerel düzeyde Kürtlere çok kötü muamele edilmiştir.
Din ve etnisite müzakere edilemez
Doğru olmamalarına rağmen değinilen diğer boyutlar doğru kabul edilmiştir. Devlet haksız yere suçlanmış ve bazen üstlenerek bazen de farkında olunmayarak bazı Kürtler arasında devlete karşı gereksiz bir husumet yaratılmıştır. Böylece, adeta devletten hesap sorulma raddesine gelinmiştir. Bu durumun sonucu olarak, esas talep edilen yahut önerilen, “daha fazla demokrasi” olmuştur.
Burada gözden kaçırılan husus şudur: ideolojileştirilmeye veya dinileştirilmeye çalışılan demokrasiler gibi etnikleştirilmeye çalışılan demokrasiler de demokrasi olarak idame ettirilemezler. Çünkü demokrasi son tahlilde bir müzakere rejimidir. Oysa ideoloji de, din de ve etnisite de müzakere edilemez; bu konularda karşılıkla ödünler verilemez ve dolayısıyla konsensüse varılamaz. İdeolojik, dini ve etnik boyutlarda ciddi olarak parçalanmış ülkelerde demokrasinin yaşama şansı yoktur.
Bu konuyla yakında ilgili husus da şudur: ana dilde eğitim gibi kolektif (grup hakları) ve federasyon gibi siyasi haklar ikincil kimliklerin birincil kimliğe dönüşmesine, bir milletin içinden birden çok milletin ortaya çıkmasına yol açar. Oysa her devletin tek bir milleti olur.
Buraya kadar verilen izahatın dışında konu ile ilgili açılımların temel amacı ne olmalıdır ve ne olmamalıdır. Ve dolayısıyla hangi temel boyutlarda yeni açılımlar yapılmalıdır? Yeni açılımlar, ülkenin milli birliğini ve devletin toprak bütünlüğünü tehlikeye atmamalıdır ve Türkler ile Kürtlerin paylaştıkları idealleri, değerleri ve tutumları azaltmamalı, paylaşmadıklarını arttırmamalıdırlar.
Amaç, “kültürel çoğulculuk” değil, kültürel zenginlik olmalıdır. Birinci durumda örtüşmeyen ya da çok az örtüşen kültür örüntüleri olgusuna, ikinci durumda ise büyük ölçüde örtüşen kültür örüntüleri olgusuna rastlanır. Bu nedenle ana dilde eğitim gibi kolektif haklar çeşitli düzeylerde özerklik sağlayacak siyasi haklardan uzak durulmalıdır.
Yapılacak yeni açılımlar, dört temel amacı hedeflemektedir; 1) terörün tamamen son bulmasını sağlamak; 2) Kürtlere şimdiye kadar verilmemiş yeni kültürel haklar vermek, 3) süratle bölgenin sosyo-ekonomik bakımdan kalkınmasını sağlamak ve 4) Kürtleri kucaklamak, aksi tür davranışları muhakkak önlemek. Bundan sonraki açılımlar, bu 4 amacı gerçekleştirecek açılımlar olmalıdır.
* Bu makalede, “Kürt sözcüğü ile Kürt kökenli vatandaşlarımız kastetilmektedir. “Türk” sözcüğü de eş anlamda kullanılmaktadır.
** Laiklik din ile devlet işlerini ayrılması, sekülerizm ise kişinin dini kalıplar ile değil kendi muhakeme kabiliyetini kullanarak karar vermesi demektir.
Türk kürtsüz kürt türksüz olmaz
MHP’nin Kürt siyasî talepleri için direnç hattı oluşturmaya çalıştığını söyleyen Mümtaz’er Türköne, Bahçeli’nin geçmişte Kürt-Türk düşmanlığının oluşmaması için tabanını defalarca uyardığını hatırlatarak ‘Bunu yine yapmalı’ diyor ve ekliyor: Türklerle Kürtler Çaldıran’dan beri ortak siyasi tarihe sahip. Kardeş, duygudaş. Yani Türk Kürt, Kürt Türk demek.
MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE
Prof. Dr. Siyaset Bilimci
Abdullah Öcalan, son avukat görüşmesinde Ziya Gökalp’i referans göstererek kullandı bu sözü: “Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz olmaz”. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu ideolojisi kime aittir?” sorusuna verilecek en doğru cevap: “Ziya Gökalp’e aittir” olmalı. Bu ideolojiyi merak edenler mutlaka “Türkçülüğün Esasları”nı okumalı. Fakat, Gökalp’in Kürtler ile Türkler arasındaki bağı özetlediği söz, Öcalan’ın kullandığından oldukça farklı.
Gökalp karşıtlıklardan bir tanım çıkartıyor: “Türk’ü sevmeyen Kürt Kürt değildir; Kürt’ü sevmeyen Türk Türk değildir” diyor. Bu gönüllü birliği emreden subjektif bir tanımlama. Öcalan’ınki ise kendisine ait değil; meselâ ben bu sözü daha önce çok kullandım. Bu söz objektif şartları, özellikle tarihî tecrübeyi referans alıyor. 1514 Çaldıran Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti bir Balkan devleti. Çaldıran’da Kürtlerle ittifak yapılıyor ve Osmanlı Devleti bir Orta Doğu İmparatorluğu haline geliyor. Çaldıran Savaşı ve sonrası hem Kürtler hem de Türkler açısından “Kürt Türksüz, Türk Kürtsüz olmaz” sözünü ispatlıyor.
İki halkın uyumu
Bu sözün daha eskisi Tacikler için söylenmiş: “Türk Tat’sız olmaz”. Fars kültürünün en güçlü kollarından biri Tatlar, yani Tacikler. Mevlana Celaleddin Rumî’nin Tacik olması ve kendi öz dilinde yazması bu kültürün derinliğine dair hepimizin bildiği bir örnek olmalı. Orta Asya’da Türkler kılıç hakkı ile düzen kurarken bu düzeni Taciklerle kalıcı hale getirmişler. Orta Asya’daki Fars etkisi İran değil, doğrudan aynı zamanda Sünnî olan Taciklerden geliyor.
Yavuz Sultan Selim ile Kürt âlimi İdris-i Bitlisî arasındaki yakınlık, yüzyıllarca Kürt coğrafyasında geçerli olan düzenin temelini teşkil ediyor. Dünya tarihinde iki halk arasında sağlanan bu uyumun başka örneğini bulmak çok zor. Yavuz, Şah İsmail’in üzerine giderken Kürtlerin desteğini alıyor. Bu desteğin Yavuz-İsmail rekabetinde sonucu tayin ettiği konusunda tarihçiler hemfikir. Kürtlerin desteği ile Yavuz, Memlukları da dize getiriyor ve Osmanlı Devleti bugün Orta Doğu denilen Abbasi coğrafyasının neredeyse tamamını ele geçiriyor.
Yavuz Kürtlerin verdiği bu kritik desteğe karşılık, yine dünya tarihinde benzeri olmayan bir jestte bulunuyor. İdris-i Bitlisî’ye altında kendi tuğrası olan boş kâğıtlar gönderiyor. Yani Padişah mutlak iradesini oradaki Kürt beylerine devrediyor. Yüzyıllarca egemen olan düzen, o boş kâğıtlara yazılan fermanlarla ortaya çıkıyor. 1839’da Tanzimat’ın ilanı ile devlet merkezîleşmeye karar verince bu düzen sona eriyor ve Kürt ayaklanmaları başlıyor.
Ancak Kürtlerle Türkler arasındaki u-yum bu ayaklanmalara rağmen devam ediyor. I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin tahrikine rağmen Kürtler cepheyi terk etmiyor.
Savaş sonrasında da “Bağımsız Kürdistan” önerilerini geri çevirip kaderlerini Ankara Hükümeti’ne bağlıyorlar. “Kürt Türksüz olmaz” sözü, tersiyle birlikte bu yüzden uzun tarihin eseri. Bu söz basit bir temenni olmanın ötesinde bu tarihi özetliyor.
Kürt Marksizmi
68 Kuşağı’nın namlı temsilcilerinden, bugün gazeteci olarak tanınan ve 12 Kötü Adam arasına girmeyi başaran iki Mülkiyeli’den aynı hikâyeyi dinlemiştim. Sene 1969.
Türkiye’yi sarsan önemli olaylardan biri: İmran Öktem’in cenazesi. Yargıtay Başkanı ölüyor ve Voltaire’in “Tanrıyı insanlar yaratmıştır” sözünü söylediği için cenaze namazında olaylar çıkıyor. Maltepe Camii’nde iki taraf arasında kavga çıkıyor. Sol kesimin kavgada öne çıkan iki önde gelen temsilcisi bu iki Mülkiyeli. Bu iki 68’liye yıllar sonra biri “Benim solcu olmamın müsebbibi sizlersiniz. O olayda sizi önde görünce bende kavgaya karıştım” diye ilk sol eylemini anlatıyor. Bu “biri” Abdullah Öcalan. Bu hikâyeyi bu iki gazeteciye, Suriye’de örgütün başında iken anlatıyor. 1974 affından Fakülteye dönen yaşlı öğrenciler arasında ben de Öcalan’ın simasını hatırlıyorum. 68’in başlattığı Marksist-Leninist ideolojik gruplaşmalardan birinin mensubuydu. Belki de bugüne kalan tek temsilcisi. Son görüşmesinde, 68’in en parlak isimlerinden Mahir Çayan’ın hatırasını nasıl yaşattığını anlatıyor.
PKK Marksist-Leninist bir örgüt olarak kuruldu. Daha önemlisi Stalinist yöntemlerle gelişti. Bugün Öcalan Marks’ta bazı hatalar keşfetse de, bu örgüt ideolojik olarak bu geleneğin içinde yer alıyor. Öcalan’ın Kürt Kemalizmi önermeleri bile, 68 Kuşağı’nın Marksistlerinin Kemalist çözümlemelerinden farklı değil. PKK’yı bir Kürt Marksizmi (hatta Leninizm ve Stalinizmi) olarak tanımlamak bana çok uygun görünüyor.
Anti-Kürdizm
O zaman şu soru önem kazanıyor. Kürtler Marksist olur mu? Ben şu cevaptan eminim. DHKP-C ne kadar Türk örgütü ise PKK’da o ölçüde ideolojisiyle Kürtleri temsil yeteneğine sahip. Dikkat edin “ideolojisiyle” diyorum. Tarihsel ve aktüel olarak PKK’nın Kürtleri temsil yeteneği inkâr edilemez. Peki şartların, yaşananların eseri olan bu temsil kabiliyeti, ideolojik olarak geçerli mi? Şartlar normalleşse, şiddet her şeyi tayin eden temel belirleyici olmaktan çıksa, PKK’ nın Kürtler üzerindeki -üçte bir olarak tahmin ettiğim- temsil kabiliyeti sürer mi? Kürt siyaseti özgür bir ortamda çoğullaştığı zaman ve kafalarındaki silah-hem Devlet’in hem PKK’nınki- ortadan kalktığı zaman PKK’nın temsil yeteneği ne olur?
Etnik olarak Kürt karşıtlığını ifade
edecek daha iyi bir kelime bulamıyorum. Türkiye’de bir “yabancı” veya “öteki” düşmanlığı şeklinde bir Kürt karşıtlığı elan mevcut. Sorunun çözümü yaklaştıkça bu anti-Kürdist eğilimlerin güçlenmesi de kaçınılmaz. Cumhuriyet döneminde yaşadıklarımızı insaf ölçüleri içinde gözden geçirip bir sonuca ulaşmamız lâzım. Musul Meselesi çözülmeyince Devlet Kürtlere özerklik vermek yerine asimilasyona karar verdi.
Bunun için merkezî ulus devletin başta eğitim olmak üzere bütün araçlarını kullandı. Kabul etmek gerekir ki büyük ölçüde başarılı da oldu: Bugün Diyarbakır’da 15 altı yaştaki çocukların -bir araştırmaya göre yüzde 70’inin- Kürtçe bilmemesi bir ölçü olarak görülebilir. Fakat bugün karşımızda çözüm bekleyen sorun, asimilasyon politikasının iflas etmesi anlamına geliyor. Zorba asimilasyon politikalarının yol açtığı Kürt sorunu, ancak Kürtlerin etnik kimliklerine saygı esasında çözülebilir. Bunun çaresi ise İçişleri Bakanı Atalay’ın açıkladığı gibi demokrasi standartlarının yükseltilmesi ile mümkün. Kürt sorunu bir Kürtçe sorunu.
Kürtçenin anadil olarak edineceği statü, sorunun çözümünün neredeyse tek başına maddi temelini oluşturuyor.
Geri kalanı kırılan dökülen şeyleri onarmaktan, karşılıklı güven ortamını geliştirmekten ve psikolojiyi düzeltmekten ibaret.
Bağımsız Kürt devleti başta olmak üzere hedeflenen federasyon gibi siyasî hedefler Kürt entelejensiyasının romantik hayali olmaktan başka anlam taşımıyor. Türkiye’nin güçlü entegrasyon dinamikleri var ve bu dinamiklerin büyük kısmı özgün.
Türkiye’yi bir arada tutan psikoloji ve maşerî vicdan bu özgün dinamiklerin eseri. Giderek büyüyen anti-Kürdizme rağmen Kürtlerin başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin Batısından vazgeçmeleri çok zor.
Anti-Kürdizmin içeriğini de aslında Türkiye’nin bütünleşme dinamikleri yansıtıyor. Kürtlerin yarısından çoğu Fırat’ın batısında yaşıyor. Kürt göçü alan Batılı şehirlerde yaşanan ekonomik sıkıntılar ve çarpık kentleşme iki toplumu karşı karşıya getiriyor.
Mesele bütünüyle yoksullar arasında bir ekmek kavgası. Ekmek kavgası olduğu için de her şey seferber ediliyor. En başta da etnik kökenler.
Türk sorunu
Şayet bu basit insanî ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçlardan kaynaklanan gerilimler siyasî bir nitelik kazanırsa o zaman ortaya bir Türk sorunu çıkar. Aynı işe talip iki işsiz gençten biri Türk, diğeri Kürt ise sorun kendiliğinden etnik bir soruna dönüşür. İki komşu dükkan sahibi arasındaki kavga, arada etnik farklılık varsa zayıf düşenin etnik imdat çağrısı ile noktalanır.
MHP yürüttüğü sıkı muhalefet ile gerçekte Kürt siyasî talepleri için bir direnç hattı oluşturmaya çalışıyor. Varlık sebebi milliyetçilik olduğu için üniter ulus devlete yönelik Kürt taleplerini engellemek için tedbir arıyor. MHP’nin üstlendiği bu rolü bugüne kadar devlet, resmî asimilasyon politikası ile yerine getiriyordu. MHP’nin temsil ettiği milliyetçi damar da, devletin gerisinde gelişmeleri takip ediyordu. Şimdi devlet, yani askerler de tatmin edici bir çözümden yana olunca ortada ulus-devleti savunan tek güç olarak MHP kalıyor.
Sorun MHP’nin bu savunma hattına, toplumun insanî ihtiyaçlarından kaynaklanan özellikle de Batıda yığılan etnik gerginlikleri dahil etme tehlikesi. Bu sosyal eğilimlerin siyasallaşma ihtimali çok yüksek ve siyasallaştığı zaman büyük bir çatışma potansiyeli barındırıyor.
MHP başından itibaren Türkiye’nin ana Türk damarını temsil eden Orta Anadolu’da gelişti ve kökleşti. MHP bir Orta Anadolu partisi olarak büyüdü. Son seçimlerden itibaren MHP coğrafî tabanını değiştiriyor ve Batı’ya taşınıyor.
MHP’nin oyunu arttırdığı yerler önemli sayıda Kürt göçü alan ve Kürt gettolarına sahip olan yerleşim yerleri. Anti-Kürdizm MHP’yi doğal bir şekilde besliyor. Ama tersine bir Kürt-Türk çatışmasında karşı en dikkatli ve en sağduyulu lider MHP lideri Devlet Bahçeli oldu. Türk-Kürt düşmanlığını engellemek üzere Partililerini defalarca uyardı. Bugün görünür bir etnik çatışmanın ortaya çıkmamasının arkasında MHP liderinin bu yapıcı rolünün payı oldukça büyük.
Bahçeli sorumlu davranmalı
Ancak bugün durum çok farklı. Kürt sorunu çözülüyor. Kürtler umutlu ve iyimser. Bu durum Kürt siyasal talepleri konusunda bir endişe yaratıyor. MHP bu endişeyi, Batı illerindeki Kürt karşıtlığı ile birleştirerek bir siyasî savaş yürütebilir mi? Bu soru endişe verici. Hükümete ve açılımı savunanlara yönelttiği sert sözlere rağmen Bahçeli’nin Kürt toplumuyla ilgili hala sıcak mesajlar veriyor olması, dikkatli ve özenli davrandığına ve davranacağına bir delil olarak alınabilir. Sorun yeni bir merhaleye girdi.
En etkili yöntem olan deneme-yanılma yönteminin ilk örnekleri ortaya çıkan tepkiler. Muhtemeldir ki değişecek. Mutlaka değişmeli. Bahçeli, Öcalan’a en uzak duran siyasetçi olarak görülebilir. Ama Öcalan’ın benimsediği “Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz olmaz” sözünü Devlet Bahçeli’nin de kabul edeceği ve söyleyeceği kuşku götürmez.
Türkiye 25 yılını, 40 bin insanın hayatına malolan etnik terör ile geçirdi. 40 bin insanın hayatı bir Kürt-Türk düşmanlığı yaratmadı. Demek ki çözüme yaklaşıldığı anda da bu tür bir düşmanlığın ortaya çıkma ihtimali çok zayıf. Sağduyunun emri de bu istikamette. Objektif şartlar sorunun bütün taraflarına “Türkün Kürtsüz olamayacağını” gösteriyor. O zaman çözüm için daha da umutlu olmalıyız.
Ayakda Alkışlar!
Evvelki haftanın Türkiye zâviyesinden en önemli olayı nasıl ki adına “Kürd Açılımı” denilen zahmetli sürecin “sembolik” olarak başlaması idiyse geçen haftanın en önemli olayı da Başbakan Erdoğan’ın Cumartesi günü beş bakanla berâber Büyükada’ya gelerek bütün gayrı-müslim cemaatlerin liderleriyle buluşması oldu.
Okuyucularım belki hatırlayacaklardır, son günlerde bu sütunda iki kere Kürd Meselesi’nin hayâtî ehemmiyet taşıdığını, ama konu “bütüncül” tarzda ele alınmaz ise çözümün eksik ve ârızalı kalacağına dikkati çekmeğe çalışdım. İşte şimdi bu “bütüncül yaklaşım”ın Hükûmet nezdinde de mevcûd olduğunu görmekden büyük ferahlık duyuyorum.
Kürdlerin “azınlık” konumunda olmamaları ve diğerleri kısmen neredeyse yok olma tehlikesiyle yüzyüze iken milyonlarca kişiden oluşan ve Türkiye ortalaması üzerinde çoğalan bir kitle özelliği taşımaları bu iki problemler yumağının birbiriyle son derece sıkı bir irtibat hâlinde olmadığı anlamına gelmez. Tam tersine ayrılmaz biçimde irtibatlıdırlar, çünki “politik” vechelerinin ötesinde “moral” birer vecheleri daha vardır. Yâni “ahlâken” de çözülmeleri behemehâl zorunlu birer problemler yumağıdırlar. Bay Baykal’la Devlet Bey’in de anlayabilmeleri için daha düzayak bir Türkçeyle söylemek gerekirse Kürdlere, o girmek istediğimizi iddia etdiğimiz AB’nin kıstaslarına göre ve ne eksiği ne fazlası aynı insan haklarını tanımamak ne kadar “ahlâksızca” bir davranışsa; Rumlara, Ermenilere, Yahudilere, Süryânîlere ve Yezîdîlere (yâhut bir okuyucumun görüşünce Ezîdîlere) o hakları tanımamak da berikinden farksız bir ahlâksızlıkdır. Üstelik gayrı-müslimlerin sorunlarını halletmek, Kürdlerin sorunlarını halletmekden kat-be-kat daha kolaydır, çünki “direkt” siyâsî talebleri yokdur.
Peki, nedir o haklar?
O haklar kendi kültür ve inançlarını tam bir serbestî içinde yaşayıp geliştirebilmeleri, Türk Devleti’nin zâlimâne gasbetdiği vakıf ve sâir mallarının iâdesi ve arada verilen zarar için kendilerine tazmînât ödenmesi, kendilerine yasaklanan resmî ve yarı resmî makamlarda isterler ve diğer vatandaşlar gibi şartları yerine getirirlerse çalışabilmeleri, Heybeliada Ruhban Mektebi’nin açılması, yanılmıyorsan 1936’da illallah etdirerek Midyat’dan Şam’a kaçırtdığımız Süryânî Patrikhânesi’nin tekrar eski târihî mekanına dönmesi.
Ayrıca Fener Rum ve Kumkapı Ermeni Patrikleriyle Hahambaşına, hâiz oldukları özel ağırlığa binâen yurddışı gezilerinde resmî uçak ve üst dereceli maîyyet tahsîsinin de gerekli olduğu kanaatindeyim.
Önemli bir başka husus da son 100 sene boyunca türlü eziyetlerle sürüp atdığımız gayrı-müslimlere yeniden vatandaşlığa dönüş hakkı teklîfidir. Çok dönen olmaz ama jestdir.
Ben şahsen AK Parti içindeki bâzı grupların görgüsüzlüklerinden ve işgüzarlıklarından, ayrıca daha küçük bir grubun da gerçek anlamdaki yobazlıklarından müştekîyim. Ama eğer Başbakan Erdoğan ve yakın çevresindeki “A Takımı” bu iki problemi çözerse onları ayakda alkışlayan hiç şübhesiz sâdece ben olmayacağım, etrâfımda daha milyonlarca yurddaşım da bulunacak.
Kürt sorununun çözümü için Alevi açılımı devam etmeli
Akademisyenleri bir araya getirmeyi amaçlayan, katılımcıları arasında benim de bulunduğum Alevi çalıştaylarının ikincisinde ortaya koymaya çalıştığım ve halihazırdaki tartışmalara katkı yapacağına inandığım görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Değerli ağabeyim, ülkemizin önemli düşünce insanlarından Durmuş Hocaoğlu, "Kürt sorunu"na yeni yeni "Kürt sorunu" denilmeye başladığı dönemde, kendi meşrebince bu duruma itiraz ediyor, "böyle giderse bir de Türk sorunu ortaya çıkar ki, baş etmesi çok güç olur" demeye getiren yazılar kaleme alıyordu. Bence demokratikleşme anlamında bir "Türk sorunu" zaten vardı ve üstelik "Kürt sorunu"ndan da derin kökleri bulunuyordu. "Türk sorunu" dediğim "Alevi sorunu"ndan başkası değildir.
Türk etnisitesinden gelen insanlar, bugün milletimizin ana omurgasını teşkil etmektedir ve onların kararı ve onayı olmaksızın temel alanlarda demokratikleşmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bir başka deyişle, ülkemizde gerçekten adına layık bir demokratikleşme gerçekleşecekse eğer bu süreçte aslan payı, ana omurgayı oluşturan Türk etnisitesinden gelen, etnik kimliği Türk olan insanların olacaktır. Ama kahir ekseriyeti oluşturan Türk etnik kimliğinden olan insanların, demokratikleşme konusunda atacakları adımların kendilerinin de ikna olduğu sağlamlıkta olabilmesi için şaşmaz bir psikolojik ölçüt vardır. Demokrasiyi gerçekten içine sindirmiş olmak...
KENDİ İÇİNDE TUTARLI OLMAK LAZIM
Milletimiz, bir beka mücadelesinin ardından, imparatorluğun külleri arasından kendi devletini kurdu. Bir süre sonra da egemenliğin kayıtsız şartsız kendisinin olduğunu gerçekten göstermeye, devletin rotasını demokratikleşmeye doğru çevirmeye çalıştı. Bunu hem "ispatı rüşd" için hem de dış dünyadan kopmamak adına yapıyordu. Dış dünyada olan her türlü olumlu gelişimin kendi ülkesinde de olmasını istiyor, buna layık olduğunu düşünüyordu. Milletimiz, demokratikleşme mücadelesini bugün belli bir noktaya getirmiştir. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki, bundan sonra atılacak adımlar için demokrasiyi gerçekten içine sindirmiş olması şartı gereklidir. Tamam, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olacağı konusunda belli bir kararlılık gösterilmiştir ama artık egemen olan millet kendi içindeki farklılıklar konusunda da aynı demokratik tavrı sürdürebilecek midir? Can alıcı soru, budur. Bu soruya cevap verebilmek, demokrasiyi içine sindirdiğini gösterebilmek için de bir psikolojik ölçüt bulunuyor.
Kendi içinde, kendi iç farklılıklarına karşı demokratik bir tutum alamayanların dışarıya, kendilerinden nispeten daha farklı bir kimlikleri olduğunu söyleyenlere karşı demokratik bir tavır içinde olmaları beklenemez. Burada "kendisi" derken, açık seçik bir biçimde, Türk etnik kimliğine bağlı olduğunu söyleyen, milletimizin kahir ekseriyetini oluşturan insanları kastediyoruz. Elbette Aleviliğin çok tartışma gerektiren; siyasal, sosyolojik, ilahiyatla ilgili yanları vardır. Bazıları, Kürt ve Arap kökenli Alevileri göstererek Aleviliğin Türklükle ilgili bir şey olmadığını da ileri sürebilirler. Biz şimdilik bu tartışmalara girmeyeceğiz. Sadece ayrıntılarına ve gerekçelerine dalmadan, Aleviliğin Şiilikten apayrı olmasa bile ayrı ele alınması gerektiğini söyleyeceğiz. Ayrıca ilave edeceğiz: Bugüne kadar üzerinde büyük ölçüde bilimsel mutabakat sağlanmıştır ki, Türkçe konuşan, ibadetlerini Türkçe yapan Alevi topluluklarının inanç örüntülerinde Türklerin İslam dairesine girmezden önceki inançlarının büyük tesiri vardır. Eski Türk inançlarıyla Alevilik arasındaki bağlantılar tartışmaya yer bıraktırmayacak kadar açıktır. Yani Alevilik inanç örüntüsü açısından, İslam tarihi içinde ama daha ziyade Türklerin tarihsel sosyolojileri ve psikolojileri içinde ele alınması gereken bir konudur.
Alevilik, yalnızca inanç örüntüsü açısından değil, toplumsal-psikolojik yapı analizi açısından da büyük ölçüde Türk tarihinin bir ürünü olarak görünmektedir. Eski Türk inançlarının Türklerin göçebe ve savaşçı nitelikleriyle bağlantıları yeterince araştırılmadan kalmıştır. Türklerin yerleşik hayata geçişleriyle inanç değişimleri arasındaki bağlantıların izini sürdüğümüzde çok enteresan noktalarla karşılaşıyoruz. İslam olduktan sonra Türklerin Sünnileşmesiyle yerleşik hale gelmeleri arasında kolayca ikna edici biçimde güçlü irtibatlar vardır. Alevilik, eski inançlarda olduğu kadar adeta eski yaşam tarzında, göçebelikte ısrar etmenin, değişime direnmenin inanç katında temsilciliğini üstlenmiş olabilir.
Bunun yanı sıra Türk toplumunun siyasal tercihlerinin, Türklerde iktidar-muhalefet, merkez-perifer ilişkilerinin analizinde de Alevilik temel bir yapı taşıdır. Şöyle ki: Türklerin soya boya göre örgütlenmiş segmenter toplum yapısı, merkezle perifer arasında sürekli bir gerilime neden oluyor, bitmek bilmeyen kardeş kavgaları gündeme geliyordu. Türk toplum yapısındaki bu trajik unsurlar, bazen gerçek bir trajediye yol açıyordu. İktidarı ele geçiren boyun, diğer Türk boyları üzerinde egemen olmak ve birliği sağlamak için de karşılaştıkları uygarlıklardan din, yaşam-yönetim kültürü, resmi ve edebi dil, sanat ve mimari ürünleri ödünç almalarına ihtiyaç vardı. Zira eski inançlarında ve yapılarında kalırlarsa kardeş kavgalarını önleyemezlerdi. Egemen Türk yöneticilerinin, ak-budunun diğer uygarlıklara ve dinlere bu kadar ilgiyle yaklaşmalarının nedenlerinden birisi de buydu. Yöneticileri bu tercihleri yaptıklarında kara-budun terk edildiğini, sahipsiz kaldığını düşünüyor, çareyi eski Türk dini ve yaşama tarzına sığınmakta buluyordu. Türk yöneticiler ne zaman din değiştirseler, yönetimde olmayan muhalif beyler ve kara-budun öz-benliklerine sarılıyor, yöneticilerini ihanetle suçluyorlardı.
BASTIRILMIŞ KİMLİKLER BÜYÜK TEHLİKE
Türklerin hemen tamamı, tarihin değişik zamanlarında da olsa, İslamiyet'te karar kıldılar. Bu Türk tarihinde bir ilkti. Türkler ilk kez, hep birlikte bir dine katılıyorlar, ak-budun ve kara-budun aynı inanç dairesine giriyorlardı. Ama segmenter toplum yapısı aynı kalmakta devam ediyordu. İslamiyet'in kabulüyle birlikte ak-budun ve kara-budunun davranış kalıbında görünüşte çok büyük değişiklik olmuşa benziyordu ama gerçek öyle değildi. Değişiklik görünüşte çok büyüktü, zira Türk tarihinde ilk kez yeni ve "dışarlıklı" din, yalnızca egemenler tarafından değil, Türk topluluklarının çoğu tarafından kabul edildi; yalnızca yöneticilerin değil halkın da Müslüman olduğu Türk devletleri kuruldu. Bu muazzam değişiklik, gerçekte küçük sayılabilirdi zira egemen boyun saltanatını sürdürebilmek için "dışarlıklı" tercihleri, geniş Türk topluluklarının ise, hem merkezdeki egemen boya hem de onun dikte ettirdiği inançlara ve iskân politikalarına itirazı sürüyordu. Bu tablo içinde bir yanda "resmi Sünni medrese Müslümanlığı", diğer yanda göçebe ve köylü unsurlar arasında ve şehirlerin alt tabakalarında yaygın olan eski inançların ve Batıniliğin ciddi etkilerinin görüldüğü "halk dindarlığı" ortaya çıktı. Egemen olamayan Türk boyları, kendilerini ezen egemen Türk boyuna karşı kendilerini tıpkı peygamber soyundan geldikleri halde Kerbela'da katledilenlere benzetiyorlar, onlarla özdeşleşiyorlardı. Aynı din çatısı altına girmekle azalacağı sanılan kardeş kavgası, İslami bir kılığa bürünüp Alevi-Sünni kavgası adını alarak günümüze kadar geldi.
Bugün milletin egemen olmasını istediğimiz bir demokratik yönetimimiz var. Buna elbirliğiyle ulaştık. Şimdi daha da ileri gitmek, çağdaş demokrasilerde var olan insan haklarına ve özgür-demokratik nizama ulaşmak istiyoruz. Dün "Türk ulusal kimliği" dışındaki kimliklerini bastırmak zorunda olan insanlarımız, demokratik haklar talep ediyorlar. Kürtlerimiz, Alevilerimiz bastırılmış kimliklerini artık göstermek istediklerini söylüyorlar. Bunda korkulacak hiçbir şey yoktur. Korkulacak olan, sürekli bastırılanın gün gelip patlamasıdır. Bastırılmış olanın bir gün şiddetle geri geleceği şeklindeki psikolojik mottoyu insanlık tarihi acı olaylarla göstermektedir.
Elbette insan olabilmek, toplumsal bir yaşantı organize edebilmek, sonsuz bir özgürlükle olmaz, mutlaka uyum ve uzlaşma için bastırma gereklidir. Bireysel psikolojimizin bastırmak zorunda kaldığımız arzu ve ihtiyaçlarının iç-baskısından kurtulabilmek için sağlıklı ruhlar, bir süzgeçle onlara hayatın içinde bir miktar yol açarlar, nefes almaya izin verirler. Sağlıklı bir toplum olabilmek, millet olarak hayatta kalabilmek için de çağdaş insan hakları ve demokrasiye göre bastırılmış kimliklere izin vermek durumundayız. Vesselam.
DOÇ. DR. EROL GÖKA
Türk ayrılıkçıları
Belirtmek gerekir ki, Türkiye'den ayrılıp "bağımsız bir Kürt devleti" isteyenler yüzde 2,5. "Federasyon" düşüncesinde olanlar da azami yüzde 7,5. Geriye kalan yüzde 90'lık ana kitle Türkiye'de ve bir arada yaşamak istiyorlar. Ama bu kitle ortada ciddi bir "Kürt sorunu" olduğunu söylüyor.
Sorun, Osmanlı'nın yanlış modernleşme ile "merkezî devlet"ten "merkeziyetçi sosyo-politik bir düzen"e geçmesinden ve kurulurken cumhuriyetin Fransız usulü sıkı markaj monolitik, yukarıdan aşağı, otoriter-totaliter bir toplum ve tektip vatandaş yetiştirme projesini, hükmü altında tuttuğu her etnik gruptan insana empoze etmesinden kaynaklanmaktadır. Türk ırkından gelenler, hiç de meraklısı ve isteklisi olmadıkları halde, zamanla üst-ulusal kimliğin "Türk ve Türklük" olmasından rahatsız olmadılar. Türklerin, diğer kavimler gibi birincil aidiyetleri Müslümanlıklarıdır. 1950'ye kadar onlar da yeni kimlik tanımlamasından çok çektiler. Kuruluşundan bu yana Türklerin yeni "Türk ve Türkçü kimliği" içselleştirmelerinde MHP önemli rol oynamaya çalışıyor, ama bu partinin seçmen nezdindeki desteği ortada.
Türk ırkından gelenlerin yeni kimlik tanımlamasına pek meraklı olmamalarının sebepleri var: Yeni kimlik, Türklerin hem dinî aidiyetlerini bastırıyor, hem aslında onların ırk, kavim veya etnik hakikatlerini inkâr ediyor. Çünkü eğer "Türk"ten bir etnisite kastedilmiyorsa, yani İbn Haldun'un terimleriyle 'Türklük'ten "nesep" değil "sebep" kastediliyorsa, bu durumda Orta Asya'dan gelip de Anadolu'da yerleşen, bazı fizyonomik özellikleriyle diğerlerinden ayrılan "Türk" diye bir ırk, bir kavim de "yok" demektir. Dikkatlice bakıldığında aslında Türklerin etnik kimliğinin inkâr edildiği ve Türklerin 1071'den bu yana Müslümanlıkla kazandıkları kültürel hasılalarının "Türkçülük politikaları" içinde eritilip asimilasyona uğratıldıkları görülür.
Resmî Türk ve Türkçü kimliğe sahiden ırk olarak Türk olanlardan çok, Balkanlardan gelen göçmenler ve Kafkaslardan gelen muhacirler dört elle sarıldılar; kendi ırk, kavim veya etnik kimliklerini geri plana çekip Türk ulusal kimliğini benimsediler. Burada kastettiğim; ana kodları, âlem tasavvuru, ümmet bilinci ve din algısıyla Anadolu'da yaşayan Türklerden, Kürtlerden ve Araplardan temelde farkı olmayan Müslüman halk (Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkes, Gürcü, Çeçen, Abhaz vs.) değil, onların iktidar elitleridir. Bugün de Kürt kimliği mücadelesine karşı en sert direnci bu elitlerin ve etkisindeki grupların göstermesi tesadüfî değildir.
Bu kavimlerin iktidar elitleri Kurtuluş Savaşı'ndan sonra inisiyatifi ele geçirince, bütün etnik grupları kapsayacak Müslümanlık temelinde ortak ve birleştirici bir kimlik benimsemek istemediler. Hem dış baskılar buna izin vermiyordu -özellikle Hilafet'in lağvedilmesini ve İslam hukukunun yürürlükten kaldırılmasını şart koşan İngilizler-, hem kurucu kadro zaten "dinin kamusal hayattan tasfiye edilmesi"ni kafasına koymuştu. Onlar artık dünyaya İslamiyet'in değil, pozitivizm ve Fransız usulü laiklik penceresinden bakıyorlardı.
Böyle olunca "Müslümanlık"ı ortak payda görmediler. Din ayrımına göre gayrimüslimleri "azınlık" statüsüne soktular. Burada da iki problem vardı: 1) Gayrimüslimlerin "azınlık" sayılması İslam'ın tarihî tecrübesi dışında bir tanımlamaydı. 2) Bunu böyle yapmalarının sebebi Müslüman kökenden gelen herkesi Türkleştirebileceklerini düşünmeleridir. Dolayısıyla çoğunluğun "Müslüman", gayrimüslimlerin "azınlık" kabul edilmesi, Müslümanların hayrına değildi, dinlerinin yerine yeni ulusal kimlik ikame edilecek diye böyle düşünülmüştü. Bu açıdan Kürtler kadar, Türklerin ve Kürt olmayanların da sıkıntı yaşadığı söylenebilir.15 Ağustos 2009, Cumartesi
Cumartesi günü, "Türk ve Türkçü ulusal kimliği"n hangi tarihsel ortamda teşekkül ettiğini ve hangi aktörler tarafından benimsenip bütün etnik gruplara empoze edildiğini, buna sahiden etnik kökeni Türk olan Türklerin nasıl tepki verdiğini anlatmaya çalıştım. | |
19. yüzyıldan başlamak üzere başlayıp giderek şiddetlenen milliyetçilik akımlarının etkisi altında her zaman "bağımsız Kürdistan" ideali peşinde olan Kürt elitleri olmuştur. Ama bugün olduğu gibi dün de Kürtlerin ana gövdesi kaderlerini bölge halklarıyla bir olarak düşünmüşlerdir. Kürtlerin 1925'e kadar devletle olan problemlerinin temelinde modern-ulus devlet formunu benimsemiş olan bürokratik çekirdeğin Kürtlerin tarih boyunca korudukları özerkliklerine ve gündelik hayatlarına yaptığı haksız müdahaleye karşı tepkiydi. Milli Mücadele'den sonra yeni devletin iktidar eliti, her adımda Türklerle ve diğer kavimlerle mücadeleye katılmış bulunan ve belki Sevr'i Şeyh Mahmut el Berzenci'nin eliyle ilk yırtıp atan Kürtlerin dinlerini ve etnik kimliklerini asimile etmeye başlayınca başkaldırdılar. Şeyh Said ayaklanması, verilmiş sözlerin unutulmasına ve Kürtler üzerinde uygulanacağı anlaşılan bir inkâr ve asimilasyon politikasına tepkiydi. Kimse Şeyh Said'in bağımsız bir Kürt devleti için ayaklandığını iddia edemez. Anadolu'nun diğer bölgelerinde olan isyanlar da aynı mahiyettedir. Bu da bize gösteriyor ki, "resmi Türk ve Türkçü kimlik" tanımına ve dinin toplumsal hayattan tasfiye edilmesine tepki bütün etnik gruplardan gelmiştir, ama kalıcı olanı Kürtlerinkidir. Kürtler, dışarıdan gelmiş değildir, binlerce senedir bu topraklarda yaşayan otokton bir halktır. Onların etnik kimliklerini bir kenara bırakıp yeni bir kimliği (Türk ulusal kimliği) benimsemelerini gerektiren bir sebep yoktur. Eğer başlangıçta resmi-ortak kimlik "Müslümanlık", "Anadolu" veya coğrafi çağrışımıyla "Türkiye" şeklinde belirlenseydi, muhtemelen bu sorunlar bu boyutlarda yaşanmazdı. Bugüne kadarki 29 Kürt isyanında üç temel saik belirleyici rol oynamıştır: a) Kürtlerin tarihsel konumlarının altüst edilmesi, b) Etnik kimliklerinin inkârı, onlara Türk kimliğinin giydirilmek istenmesi, c) Dinî-geleneksel hayat tarzlarına müdahale teşebbüsleri. İlk defa "salt etnik bir Kürt milliyetçiliği"ni temel alan isyan PKK ile başlamış bulunmaktadır. Bugün "Kürtlerden ayrılabiliriz" diyenler Avrupa hayranı Tanzimatçıların ve Jön Türklerin asrileşmiş çocukları ve torunlarıdır. O zamanlar "Balkanlar, Ortadoğu gitsin, biz küçük, müreffeh ve Avrupalılaşmış küçük bir ülke olarak kalalım" diyorlardı. Sloganları "Sırtımızdan ağırlıkları atalım" idi. Dedikleri oldu, küçüldük, ama bugün Misak-ı Milli sınırları içinde dahi huzur içinde değiliz. Dün 600 yıllık imparatorluğu 10 sene içinde darmadağın edenler şimdi de aynı kafa ile Türkiye'yi bölmeye kalkışıyorlar. Eğer sahiden Kürtler ayrılacak olursa, a) Ortadoğu'nun hayat kaynağı sularını; b) Bugüne kadar el değmemiş petrol, doğalgaz, fosfat ve değerli maden yataklarını; c) Dünyanın en önemli stratejik coğrafyasını; e) Dinlerin ve medeniyetlerin ana merkezlerini hegemonik güçlere devredeceklerdir. "AB içinde, bembeyaz Türkler" olarak Avrupalı olacaklarını sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Maddi ve kültürel yoksunlukları içinde yaşlı ve müreffeh, ama özünde yabancıya kapalı yaşayan "Avrupa'nın ameleleri" olabilirler ancak. Kürtler ısrarla "etnik kimlikleri"ne vurgu yapıyorlar. Bugün ise hepimizin ırkımızı ikinci plana düşürmemizin zamanıdır. Bunun için önce Türkler, etnik kimliklerini empoze etmekten, Türk olmayan muktedirler de "Ne mutlu Türk'üm diyene, bir ırka ıtlak olunamaz" demekten vazgeçmeliler. Hepimiz aklımızı başımıza almalı, "cahiliye asabiyeti" tuzağına düşmekten kaçınmalıyız. Yegane kurtuluşumuz, birlik içinde yaşamaktır. Bunun da yolu İslam'ın sunduğu manevi, politik ve hukuki imkânları ferasetle kullanmaktan geçer. | |
17 Ağustos 2009, Pazartesi |
Ali Bulaç
a.bulac@zaman.com.tr