30 Aralık 2008 Salı

Türkiye'den Ufkun Ötesine Bakmak -Bir Deneme-

Türkiye'den Ufkun Ötesine Bakmak -Bir Deneme-


-Galip Türkmen-


Yalnız ufku görmek kafi değildir,

ufkun ötesini de görmek ve bilmek gerekir.

M.K. ATATÜRK

Tarih büyük olayların sonucunda yazılır şeklinde genel bir yanılgı vardır. Gerçekte ise tarih; asla büyük olaylarla şekillenmez. Büyük olaylar, kendisini hazırlayan çok daha küçük ve önemsiz gelişmelerin bir sonucudur.

Tarihte ne oldu?

Osmanlı İmparatorluğu 14., 15., 16. ve 17. yüzyıllarda hiç şüphesiz küresel bir güçtü. Kara kıtasında, yani o tarihlerdeki yegane dünyada, en büyük güç olarak ticaret yolunun tam ortasında, Akdeniz’i, Karadeniz’i birer göl haline getirmişti. Dünya’nın bütün problemleri ile ilgileniyor, tüccarların güvenlik içinde seyahat etmelerini sağlıyordu. Bu da kendisine refah olarak dönüyordu.

Ne zaman ki, Amerika ticari yönden keşfedildi ve buraya yönelik olarak Batı, sömürgecilik faaliyetlerine girişti, işte o zaman çark yavaş yavaş tersine dönmeye başladı. Kristof Kolomp, 1492 tarihinde sefere çıkarken bunu Amerika’yı keşfetmek amacıyla yapmıyordu. İspanya’da Kraliyet ailesinden ve diğer zenginlerden topladığı para ile seferin finansmanını sağladı ve bunun da elbette bir karşılığı vardı. Bu sefere para yatıranlar karşılığında daha fazla gelir bekliyorlardı. Kolomp da bunu fazlasıyla gerçekleştirdi. Yatırımcılarına beklediklerinden fazla kazandırdı. Risk büyüktü, o oranda da kazanç büyük oldu. Bu tarihten sonra seferler aynı sebeple arttı. 1497 yılında İngilizler 1534 yılında Fransızlar kıtaya seferlere başladılar. Bugünkü uluslararası sermayenin doğuşunu hazırlayan bu seferler hiç kimsenin beklemediği sonuçlara yol açtı.

Söz konusu dönemde Osmanlı İmparatorluğu için Amerika veya Pasifik bilinmeyen bir yer değildir. Yavuz Sultan Selim, olası gelişmeleri dikkate alarak Cidde limanını hazırlama teşebbüsüne başlamış, fakat proje ondan sonra akamete uğramıştır. 1525 yılında Selman Reis’in Umman Denizini keşif seyahatı, 1530’da Mustafa Bey’in Gucurat seferi, 1538’de Süleyman Paşa’nın Hindistan seferi gerçekleşmiş, 1544 ekiminde de Abdurrahman Bey, Aden deniz vuruşmasında Portekiz donanmasını mağlup, amiral Don Marco’yu da esir etmiştir.

Barbaros Hayrettin Paşa’nın Amerika kıtasına yapmayı tasarladığı Sefer, Damat İbrahim Paşa’nın anlayışsız tutumu sonucunda gerçekleşmemiş ancak Barbaros yine de Atlantiğe açılmış ve 1535’de Portekiz’in Atlantik’deki limanı Faro’yu vurmuştur. Barbaros’un Amerika kıtasına sefer yapma talebi Divan’da, Avrupa ile karada olan münasebetlerin daha emniyetli olduğu ileri sürülerek reddedilmiştir. Bu karar, divanda ne kadar tartışıldı bilinmiyor ancak, tarihi önemi, tarih kitaplarında sayfalarca yer alan pek çok olaydan daha ciddi sonuçlar doğurmuştur.

Barbaros’un teklifinin reddedilmesi Osmanlı yönetiminin stratejik bakışının sınırlı olduğunu göstermektedir. Amerika’nın zengin altın ve gümüş kaynaklarının nasıl bir dönüşüme sebep olacağını Osmanlı algılayamamıştır.

Bu dönüşüm yavaş ve denizlerde yaşanan büyük bir mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Pasifik – Amerika - Avrupa arasındaki ticari seferlerin güvenliği ve Okyanusa hakimiyet için verilen mücadelede önce Osmanlı donanması yarıştan çekilmiş, akabinde İspanyol, Portekiz ve İngiliz denizcilerinden İngilizler mücadelenin kazanan tarafı olmuştur. Böylece, Osmanlı donanması Akdeniz’e kapanıp bölgesel güç olmakla yetinirken, İngiltere global bir güç olmuştur.

Amerika’ya yapılan ilk sefer nasıl çok ortaklı bir ticari işletmenin organizasyonu ise, Hindistan’a yapılan seferler de çok ortaklı “Kumpanyalar” kanalıyla olmuştur. İngiliz Hint Kumpanyası, Fransız Hint Kumpanyası, Hollanda Hint Kumpanyası gibi… Ne zaman bu şirketlerin çıkarları tehlikeye girmişse, ordular masrafları bu şirketler tarafından karşılanmak kaydıyla harekete geçirilmiştir. Bu şirketlerin en büyük yatırımcıları krallar, prensler, aristokratlar ve saray yahudileri olmuştur. Böylece asiller tüccarlaşmış ve çıkarları askerlerle bütünleşmiştir.

İngiltere denizlerde hakimiyeti sağladıktan sonra ticaret için deniz daha emniyetli hale gelmiş ve ticaret yolları tamamen denizlere kaymıştır. Böylece tarihi “İpek Yolu” önemini yitirmiş, Osmanlı da üç kıtanın tam ortasında kenar ülkesi olmuştur.

Denizaşırı ticaretin iki ayağı vardır. Biri, Amerika’ya yapılan ve yapılacak seferlerin mecburen deniz aşırı olması, diğeri ise Pasifik ile Avrupa arasındaki ticaretin denize kayması. Avrupa ile Pasifik arasındaki seferlerin denize kaymasının sebeplerinden biri Osmanlı İmparatorluğu’nun ipek yolu üzerindeki mutlak hakimiyeti nedeniyle alternatif güzergah arayışı, diğeri ise gemilerle yapılan ticaretin ipek yolunda deve ve at sırtında yapılan ticaretlere göre daha hızlı, güvenli ve ekonomik olmasıdır. Yani bu durum ekopolitik gereği zorunlu olarak oluşmuştur.

Bugüne gelindiğinde dünya ticaretinin % 90’ının deniz yoluyla yapıldığı görülmektedir ve denizlerin güvenliği ABD donanması tarafından sağlanmaktadır. II.Dünya Savaşından sonra İngiltere denizlerde egemenliği ABD donanmasına bırakmıştır.

Şimdi ne oluyor?

Günümüzde teknolojinin hızlı gelişimi sonucunda; bilgi ve belge transferi için gereken zaman saniyelerle ölçülebilir hale gelmiştir. Birkaç tuş ile dünyanın her yerine para transfer etmek mümkündür. Telefon ve internetin yaygınlığı bilgiye ulaşımı da son derece kolaylaştırmıştır. İnsan nakli hızlanmıştır. Sıvı mal naklinde su, doğalgaz ve petrol boru hatları bir kez doldurulduğunda zaman ve mesafe ortadan kalkmaktadır. Oysa, katı mal naklinde üç büyük ekonomik bölge arasındaki mesafe hala 10 mil/saat hızla katedilmektedir. Burada çok ciddi bir dengesizlik söz konusudur ve deniz nakliyatının hızı çağın dışında kalmış, ticaretin hızına ayak uyduramamaktadır. 1 konteyner yükün Avrupa’dan Pasifik’e ulaşması 40 – 45 günü bulmaktadır. Oysa bu malın bedeli ve belgeleri birkaç saniye içerisinde havale edilebilmektedir.

Diğer yandan ABD’nin tek başına denizlerin güvenliğini kontrol ediyor olması ve son yıllarda uluslararası hukuku ve Birleşmiş Milletleri, yani iki dünya savaşı sonucunda oluşan statüyü, hiçe sayar davranışlar göstermeye başlaması, ticaret için alternatif yollar arama gayretlerini hızlandırmıştır. ABD, Osmanlı’nın 15. ve 16. yüzyıllardaki konumuna benzer bir konumdadır. Aynı sebepler ile ticaret yolu için alternatif güzergah aranmaktadır.

Bunların bir sonucu olarak Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı kara kıtasının iki ucunda yer alan iki büyük ekonomik bölge (Avrupa – Pasifik) arasındaki tarihi ticari yolun yeniden modern demiryolları ve karayolları ile canlandığı bir süreç yaşanmaktadır. Ekopolitik’in gereği olarak ticaret yolu yeniden karaya çıkmaktadır. Bunda üç sebep önemli rol oynamaktadır.

  1. Ticaretin ve teknolojinin doğal gelişim süreci,

  2. ABD egemenlik anlayışının getirdiği endişeler,

  3. SSCB’nin dağılmasından sonra egemenliklerini elde eden, İpek Yolu güzergahında yer alan Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’ın uluslararası sisteme entegre olma çabaları,

Çin, İpek Yolu’nun tekrar canlanmasını devlet politikası olarak benimsemiş durumdadır. Halen Çin-Kırgızistan-Özbekistan demiryolu yapımı devam etmektedir. Çin’in Doğu Türkistan üzerinden Orta Asya’ya bağlanmak için büyük yatırımlara başlayacağı da ifade edilmektedir. 2006 yılında İstanbul’u ziyaret eden Sincan Uygur Özerk Bölge Hükümeti Başkan Yardımcısı Kurexi Maihesuti, Çin’in her zaman İpek Yolu’nu canlandırmaya hazır olduğunu belirtmiş ve İstanbul’un İpek Yolu için önemine değinmiştir.

Çin’den başka Avrupa Birliği’nin de İpek Yolu’nun canlandırılmasına ilişkin projeleri bulunmaktadır. Bunlardan başka Almanya ve Rusya; bu hattı Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden geçirecek şekilde Transnasyonel Avrasya Otoyolunun projelendirme çalışmalarına başlamışlardır.

Bu gelişmelerin farkında olan UNOCAL firmasının Dış İlişkiler Başkanı Maresca; 1998’de Amerikan Kongresi’nde yaptığı Afganistan politikasının nasıl olması gerektiğine ilişkin konuşmasında, "Yeni İpek Yolu" projesinden bahsediyordu. Maresca, kabaca, Asya’daki enerji havzalarının Amerikan şirketlerinin kontrolünde olması gerektiğini ve ABD hükümetinin bu yönde siyasi girişimler yapması gerektiğini söylüyordu. 1999 yılında ABD Temsilciler Meclisinin kabul ettiği, ancak Bush yönetiminin onaylamaması nedeniyle yürürlüğe girmeyen İpek Yolu Yasa tasarısı gelişmekte olan sürecin önemini ortaya koymaktadır. Çağdaş dünyanın bütün büyük oyuncuları ipek yolu projelerinde bir şekilde yer almak için yarışmaktadırlar.

Tarihin kırılma anlarından birinin başlangıcındayız. Tarihi İpek Yolu’nun yeniden ticaret yolu haline gelmesi Türkiye’nin önüne çok büyük fırsatlar çıkaracaktır. Ancak bu sürecin çok sancılı olacağını söylemek kehanet olmayacaktır. İpek Yolu’nun doğmakta olduğunu gören ABD daha şimdiden kara kıtasında stratejik noktalara yerleşmeye başlamıştır.

Türkiye; jeopolitik konumu nedeniyle yeni ticaret yolunun tam da ortasındadır. Coğrafi konumu, İpek Yolu güzergahının demografik yapısı, bölgede yerleşik devletler itibariyle milli güç yeteneklerinin kapasitesinin büyüklüğü ve miras aldığı imparatorluk geleneklerinin sağladığı tarihi derinlik ile bölgede baş rol oynayabilecek niteliklere sahiptir.

Türkiye dönüşüyor

Türkiye’de geleneksel yapı hızla çözülmekte, yerini daha dışa açık ve rekabetçi bir yapı almaktadır. Türkiye’de, diğer bir çok ülkede olduğu gibi, iktidarı (devlet yönetim erkini) dört bileşenin dengesi oluşturmaktadır. Bunlar;

1 – Askerler

2 – Bürokrasi ve yarı resmi kuruluşlar (meslek teşekkülleri)

3 – Siyaseti üreten yapılar (partiler, cemaatler, STÖ’ler)

4 – Tüccarlar

Askeri kurumların devlet içindeki gücünün zayıflatılması Avrupa Birliği’nin en önemli talebi haline gelmiştir. Bazı kesimlerce bu durum Cumhuriyet’in tasfiyesi ve 2.Cumhuriyet’in kurulması olarak ifade edilmektedir.

1986 yılında yürürlüğe konulan Özelleştirme ana planı, AB’ne uyum yasaları ve IMF’nin talepleri doğrultusunda bürokrasi, ekonomiyi yönetecek aygıtlardan arındırılmıştır. Yarı resmi kuruluşlar son yıllarda ciddi güç kaybına uğramışlardır. Yapılan ve yapılması için AB ve IMF gibi kuruluşlar tarafından talep edilen reformların hedefi itibariyle bu kurumlar istenilmemekte yerine Sivil Toplum Örgütleri geliştirilmektedir. Ulus ötesi bağlantıları güçlü olan STÖ’ler bağlantıları adına ve onların isteği doğrultusunda değişimi talep etmekte ve diğer güçlerin sözcülüğünü yapmaktadırlar.

Her ne kadar şeffaf ve demokratik olarak genel seçimler yapılsa da son 20 yıldır güçlenen cemaatler, diğerlerinin dağınıklığından da yararlanarak, siyaseti kontrol eder hale gelmiştir. Bu yapılar üyelerinin profili itibariyle ulus ötesi yapılardır.

Son yıllardaki reformların içeriğine baktığımızda, motive edici gücün ticaret dünyasının talepleri olduğu çok net görülmektedir. Ticaret dünyası, ekonominin büyümesi sebebiyle devamlı güçlenmekte ve isteklerini dışarıdaki partnerlerinin de yardımıyla kabul ettirme yönünde başarılı olmaktadırlar. Ticaret dışa açıldıkça daha çok ulus ötesi güçlerle işbirliğine girecek ve dönüşümü daha çok isteyecektir.

Dünya çatışıyor

Küresel boyutta yaşanan mücadelenin iki tarafı olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan biri ABD ve müttefikleri, diğeri ise terörist gruplar. ABD ve müttefikleri iki ülkeyi işgal etmiş, ancak bu grupları tasfiye edemediği gibi, işgal ettikleri ülkeleri de kontrol altına alamamıştır. Dünyanın en büyük ordusuna, en büyük ekonomisine sahip olan deniz ticaret yollarının güvenliğini tek başına sağlamakla aslında tek küresel güç olan ABD, adeta görünmeyen bir düşmanla çarpışmakta ve buna karşı önemli bir başarı elde edememektedir.

Bu durumda karşımıza şu soru çıkmaktadır. Terörist örgütler bu mücadeleyi kazansalar dünyada ne değişecek ya da başka bir deyişle bu örgütler nasıl bir dünya tasarlamaktadırlar?

Bu sorunun cevabı; terörist örgütler Taliban’ın Afganistan’ı gibi bir ülke ve yönetim istiyorlar ise, bu yönetimin var olduğu dönemde Afganistan’da hangi başarıyı göstermişler de modern Batı’yı bu derece rahatsız etmişler ve savaşa sebep olmuşlardır? Kapitalist sistemlerine en büyük rakip olan Komünizmle bile bir kez dahi çatışmayan Batı, askeri, ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak kendisi için hiçbir tehdit unsuru taşımayan Afganistan’a niçin saldırmıştır? Başka bir şekilde sorduğumuzda, daha önce ABD ile iyi ilişkileri olan Taliban yada El-Kaide neden ABD’ye saldırmıştır? Bugün hiçbir kanıt olmadan saldırıldığı anlaşılan Irak, neden ABD’nin hedefi olmuştur? I.Irak Savaşı’nda 11 Eylül saldırısı gibi bir gerekçe yoktu. Kuveyt’in Irak tarafından işgaline ABD ve müttefikleri neden savaşacak kadar önem vermişlerdir? Eğer bunun cevabı petrol ise; hemen belirtelim ki, o tarihlerde ve sonrasındaki II.Irak Savaşı öncesinde Irak petrolleri yabancı firmaların kontrolündeydi. Fransız TotalFinaElf, Rus Lukoil ve Çin CNOOC firmaları Irak’ın petrollerinin büyük kısmını üretiyorlar ve kontrol ediyorlardı. Irak’ın ya da başka petrol üreten ülkelerin (Rusya hariç) büyük petrol komplekslerinin olmayışı, dağıtım şirketlerinin bulunmayışı ne anlam taşımaktadır? Petrol nakli halen büyük tankerlerle denizden yapılmaktadır ve bunların güvenliğini ABD donanması sağlamaktadır.

Savaşın enerji kaynakları için olduğunu söylemek doğru bir ifade ise de tarafların kim olduğu çok net değildir. Irak’ta Saddam ve rejimi kaybeden taraftır elbette, ancak, en az Saddam kadar Total firması da kaybetmiştir ve hiç sesi çıkmamaktadır. Total’in imtiyazları iptal edilmiş yerini Halliburton ve benzeri şirketler almıştır. Oysa Batı’nın geleneğinde şirket çıkarları için savaşmak vardır. ABD, kendi şirketlerinin çıkarları için savaşırken Total’in yatırımcıları çok zayıf oldukları için mi savaşmamaktadırlar?

Irak’ta kaybeden kim, kazanan kim diye sorduğumuzda karşımıza Halliburton ve Total çıkmaktadır. Bunlardan başka firmalar varsa da, bu ikisinin izini sürdüğümüzde aslında kazananın kim, kaybedenin kim olduğu net bir şekilde anlaşılmakta, gerçekte olup bitenler daha anlamlı hale gelmektedir.

Total firması Fransa’da ticaret siciline kayıtlı bir petrol şirketidir. Şirketi, Belçika kralı ve Rothschild ailesi kontrol etmektedir. Rothschild ailesi 1700’lü yılların sonundan bu yana Avrupa sermayesinin (yani krallar ve aristokratların) bankerliğini yapan bir ailedir. Çin İmparatoru, 1830’larda Çin’de afyon ticaretini yasaklayınca İngiliz Hint Kumpanyası iflas etme noktasına gelmişti. Zira kumpanya Anadolu’da üretilen afyonu işleyip Çin’e satarak büyük kazançlar elde ediyordu. Rothschild bankacılık sisteminin batması demek, paralarını bunlara emanet eden Avrupa kralları ve aristokratlarının da zarara uğraması demektir. Bu sebeple, Fransız ve İngiliz donanması, adı tarihe “Afyon Savaşları” olarak geçen iki savaş neticesinde Çin ordularını yendiler ve Çin’de afyon satışının serbest kalmasını sağladılar. Bu savaşın bir sonucu da Hong Kong’un İngiltere’ye (daha doğrusu finans kapitale) 150 yıllığına kiralanmasıydı ki, bu süre 1999 yılında bitmiş ve Hong Kong, Çin’e devredilmiştir. Bu tarihten itibaren Çin, dünyaya açılmaya başlamıştır.

Rothschild ailesi halen Avrupalı tüccar aristokratların paralarını işletmektedir. Yatırımları dünyanın her yerindedir ve bu yatırımların daha güvenli olarak işletilmesi için Küreselleşme adı altında bir programı 1970’li yıllardan itibaren uygulamaya koymuşlardır. Bu program ilk önce Chatham House’da (İngiltere Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) ele alınmış, ardından Club of Rome (Roma Klubü) tarafından geliştirilmiştir. Klubün üye profiline baktığımızda krallar, kraliçeler, prensler, aristokratlar ve bunların taşeronları karşımıza çıkmaktadır. Bu yapıyı Finans Kapitalizmi olarak adlandırmak daha doğru olacaktır. Zira, burada üretim faktörlerinden sadece sermaye vardır. Sermaye ile işletme/tesis arasındaki bağ mülkiyet ilişkisi değil, hissedarlık ilişkisidir ve hiçbir sermayedar işletmenin/tesisin mülkiyetini benimseyecek büyüklükte hisseye sahip değildir. Sistemde sadece para vardır ve bu da akışkandır. Parasını yatırım firmalarına tevdi eden kapital sahipleri çoğu zaman hangi firmaların hissedarı olduklarını da bilmezler. Sadece parasıyla geçinenlerin (bir tür tefecilik) ideolojisi olan Küreselleşme mülkiyetsiz bir toplum öngörmektedir.

Küreselleşme programının temelinde, serbest ticaretin önünde ciddi bir engel oluşturan, ulus devletlerin tasfiyesi yatmaktadır. Bunun için Avrupa Birliği ulus devletleri bünyesinde öğüten bir değirmen gibidir. Diğer ulus devletler için ise çok kültürlülük adı altında mikro milliyetçilikler körüklenerek bölüp ufalama ve yok etme programı uygulanmaktadır. Küreselleşme devletsiz bir toplum öngörmektedir. Devlet ve mülkiyet kavramlarındaki değişikliğe paralel olarak egemenlik kavramı da anlamını yitirmiştir. Küresel kapital için egemenlik şirketlere alınan imtiyazlardır.

Bu mücadelenin yürütüldüğü alanlardan öncelik Ortadoğu ve yakın coğrafyası olmaktadır. Zira programı yöneten finans kapital için bu bölgede hayati çıkarlar söz konusudur ve Türkiye tam da bu bölgenin ortasındadır.

Ulus devletlerin hedef seçilmesi kendi içinde tutarlıdır. Zira, sınırlar, gümrükler, vergiler, vergilerin artmasına sebep olan kurumsal yapılar (silahlı kuvvetler, bürokrasi gibi) ticareti daha pahalı hale getiren faktörler olarak görülmektedir.

Halliburton, ABD silah endüstrisinin önemli bir firmasıdır. ABD’de güçlü bir silah endüstrisi bulunmakta ve bunlar Cumhuriyetçi Partiyi desteklemektedirler. Cumhuriyetçi Partiyi destekleyen bir başka endüstri ise petrol şirketleridir. Silah endüstrisinin büyümesi elbette bu silahların tüketilmesine bağlıdır ve savaş, en masum şekliyle barışı korumak için daha çok silahlanma, bu firmaların hayat damarıdır. Savaş ve korku üreterek beslenen bu firmalar doğal olarak savaş talep eden ideolojileri ve kurumları desteklemektedirler. Bu grup klasik coğrafi egemenlik anlayışını devam ettirmeye çalışmaktadır.

Kaybeden taraf finans kapitalin firması Total iken, kazanan taraf askeri endüstrinin firması Halliburton olmuştur. Bu durumda yeni doğan İpek Yolu güzergahındaki mücadelenin bu iki temel güç arasında geçeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Artık, tüccarlaşan aristokratlar ile askerlerin çıkarları çatışmaktadır.

Terör denen yeni taraf ise aslında hangi çıkar grubuna hizmet etmektedir, silah endüstrisinin müdahale gerekçesini oluşturmak için mi vardır, yoksa finans kapitalin ulus ötesi, asimetrik bir savunma silahı mıdır, bunun cevabını elbette tarih verecektir, ancak şimdi her ikisini de söyleyenlerin elinde tezlerini doğrulayacak argümanlar bulunmaktadır.

Bu çatışmanın ortasında ABD’nin konumu nedir?

1. Küreselleşmenin mikro milliyetçiliği teşvik eden politikalarının izlerine burada rastlamıyoruz ve ABD çatışma alanı dışındadır. Kimse ABD’yi bölmeyi düşünmüyor.

2. Dünya ticaret yolları Amerikan donanmasının kontrolündedir ve zamanından önce Amerika’nın çatışma alanı haline gelmesi dünya için büyük bir yıkım olacaktır.

3. Bunlardan başka IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi örgütlerde ABD’nin çok büyük etkisi bulunmaktadır.

ABD başkanlık sistemi ile yönetilmekte ve Başkanlığı ele geçiren bu devasa gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedir. Nitekim Clinton döneminde finans kapital bunu yapmıştır. Bush Başkan olana kadar dünyanın her yerinde ekonomik krizler olmakta iken Başkan olmasından itibaren askeri krizler olmaya başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası, Clinton döneminde ekonomik krizleri destekleyici politikaları tercih ederken, Bush döneminde ekonomik istikrarı destekleyici politikalar uygulamışlardır. Buradan da çok açık bir şekilde görüldüğü üzere her iki grup, savaşı kendi üstün oldukları alanlara çekmektedirler. Parayı kontrol eden finans kapital ekonomik krizleri yöneterek çıkarlarını maksimize etmektedir ve bunun için de ABD başkanlık gücünü kullanmaktadır. Diğer yandan silah endüstrisi Başkanlığı ele geçirdiğinde askeri krizlerle çıkarlarını maksimize etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla her iki gücün de ABD’nin Başkanlık otoritesinin imkan ve kabiliyetlerine ihtiyaçları vardır ve bu gücü elde etmek için her iki taraf büyük bir yarış halindedir. Nitekim 2008 Kasımında yapılacak seçimlerden önce Gürcistan üzerinden Rusya ile yaşanan soğuk savaşı andıran kriz Cumhuriyetçi Partinin başkan adayı McCain’in oylarını artırırken, tam da bu sıralarda patlayan ekonomik kriz Demokrat Partinin adayı Obama’nın oylarını artırmıştır.

Her iki gücünde kullandığı dil farklılık göstermektedir. Güvenlik, önleyici vuruş, askeri kapasite, savaş, nükleer bomba vb kavramlar hangi ülkelerin gündeminde ön planda, ekonomik ilişkiler, karşılıklı bağımlılık, diyalog, küreselleşme, kazan/kazan formülü, sivil toplum vs. kavramları kimler daha çok kullanıyor. Bu açıdan bakınca ABD’nin mevcut yöneticileri ile Rusya’nın ya da İran’ın yönetim kademeleri arasında söylem farkı var mı? Çin nerede duruyor ve ne ile meşgul? Türkiye sıcak krizleri yatıştırma gayretleri ve komşuları ile sıfır sorun anlayışı ile hangi anlayışa daha yakın?

Türkiye nerede duruyor?

SSCB’nin dağılmasından sonra Türkiye’nin yakın çevresinde büyük bir güç mücadelesi yaşanmaktadır. Hazar ve Ortadoğu enerji merkezleri olarak sıcak çatışma bölgesidir. Irak’ta yaşanan savaş hali, Balkanlar’da süren belirsizlikler, Kafkaslardaki istikrarsızlığın çok uzun süreceği aşikardır. 1974’den bu yana Kıbrıs, 1984 yılından bu yana uğraştığı bölücü terör sorunlarını çözemeyen Türkiye bölgesel ya da küresel bir güç müdür?

Soru bu şekilde kurgulanınca cevap elbette hayır olacaktır. Zira, kendi sorunlarını çözemeyen, çevresindeki sorunlarda söz sahibi olmayan bir ülke bırakın küresel güç olmayı bölgesel güç de olamaz.

Soru başka şekilde kurgulandığında; dünyanın beşinci büyük ordusuna ve 300 milyar doları aşan dış ticaret hacmi, 650 milyar doları aşan milli geliriyle bölgesinde güçlü bir ekonomiye sahip, dünya uluslar topluluğunda bütün organizasyonlarda yer alan, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Orta Asya’da özgün politikalarını şu veya bu şekilde geliştirebilen, bölgesinde 73 milyonluk nüfusu ile güçlü bir ülke olarak söz sahibi olan, tarihi derinliği ve kültürel genişliği ile Türkiye bölgesel bir güç müdür? Cevap: elbette bölgesel güçtür.

Türkiye son 20 yıldır bölgesel güç olma yolunda önemli adımlar atmıştır. Savunma sanayisindeki gelişmeler, bu alanda kendine yeterlilik çalışmaları ve Askeri kapasitesini yüksek tutma gayretleri nedeniyle Askeri kapasite itibariyle bölgesel bir güçtür. Son yıllarda yaptığı ataklarla bölgesinde önemli bir ekonomik güç haline gelmiştir. Milli güç unsurları itibariyle kültürel üretim hızla artmakta, Türk TV yayınları Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da giderek daha çok izlenir, Türk dizileri ve müziği daha popüler hale gelirken, Türkiye’de paralel bir süreç yaşanmakta ve yabancı kültürlerin etkileri azalmaktadır.

SSCB’nin dağılması Türkiye’nin önüne büyük fırsatlar çıkarmıştır. Bu fırsatların iyi değerlendirilmediği ifade edilmekle beraber 1990’lı yıların başına kadar hiç olmadığı coğrafyalarda Türkiye artık var ve gittikçe güçlenmektedir. Ayrıca soydaş ve akraba devletlerin bağımsızlıkları ve gittikçe güçlenmeleri Türkiye tarafından hiçbir adım atılmasa dahi Türk milleti adına bir kazanç olmaktadır. Bölgesel güç olmanın ötesinde küresel bir aktör olabilmek için dünyanın her yerinde çıkarlarımızın olması gerekmektedir ki, bu da yavaş yavaş oluşmaktadır. Türk iş adamları, tüccarlar dünyanın dört bir yanında ticaret yapmaktadırlar.

Bu tarihsel dönemeçte Türkiye’nin enerjisinin önemli bir kısmını Avrupa Birliği ile ilişkilere harcarken fırsatları değerlendirme adına bazı hataların yapıldığı söylenmektedir. Ancak, AB organlarının isteği ile yapılan pek çok reformun ülke ve millet menfaatine uygun olduğu da açıktır. Bu reformları yapmadan bölgesel güç olmak mümkün değildir.

2000’li yılları Türk yüzyılı yapacak fırsatlar hızla Türkiye’nin üzerine gelmektedir. Arzu etmese de bölgenin imkanları ve gelecekte dünya için ifade ettiği anlam bugünkü konumunu devam ettirmeye imkan vermeyecektir.

Türkiye’nin gayretleri dışında SSCB dağılmış, kardeş devletler ortaya çıkmıştır. Irak’a yapılan müdahale tamamen Türkiye’nin dışındaki güçlerin tercihleri sonucu oluşan bir durumdur. Irak’ta, Gürcistan’da olanlar Türkiye’nin dışında olmakla beraber Türkiye’yi de içine alan olaylardır ve hayati çıkarlarını tehdit edecek gelişmelerdir. Dolayısıyla Türkiye’nin dışında alınan kararların Türkiye’ye bir maliyetinin olduğu ve olacağı açıktır Türkiye’nin tarafsız kalma ihtimali bulunmamaktadır.

Rusya’nın enerji kaynaklarını dış politikasının bir aracı haline getirmesi ve AB’nin Rusya’ya bağımlı olmak istememesi Türkiye’yi alternatif enerji temin güzergahı haline getirmiştir.

Bu gelişmeler fırsata dönüştürülebilir mi?

Öncelikle bir paradoksu ortaya koymamız gerekmektedir. Ekonomik yönden fırsatları değerlendirip güçlenirken, askeri yönden sıkışmakta ve kendimizi daha güvensiz hissetmekteyiz.

Bu durum 2002 yılına kadar tersineydi. Ekonomik yönden krizlerle boğuşup dururken, güvenlik açısından göreceli olarak daha iyi durumdaydık, bölücü terör durmuş, elebaşı yakalanmıştı. Güvenlik açısından elde edilen başarı ekonomik alanda bir türlü elde edilemiyordu.

Bu paradoks gibi gözüken durum, yukarıda açıklamaya çalıştığımız dünya güç dengeleri birlikte değerlendirildiğinde anlamlı hale gelmektedir. Bizim yapacağımız şey aslında güç dengeleri üzerinde sörf yapmasını bilmekten ibarettir.

ABD’yi geliştiren ve büyüten mücadelenin Türkiye’de şartlarının oluşturulması, içeride siyaseti üreten güçler arasındaki dengenin yeniden kurulması gerekmektedir. Aslında bu yavaş yavaş oluşmaktadır. Nitekim devletle sorunlu olduğu düşünülen, hatta tehdit olarak görülen kesimlerin iktidarda şu veya bu şekilde bulunmaları durumunda ülkenin kalkınması için gösterdikleri gayret sonuçları itibariyle ülke yararına olmuştur. Var olan derin güvensizlik, kısmen korunmasında fayda olsa da, birbirini düşman görecek boyutlardan çıkarılmalıdır.

Sonsöz;

Türkiye kendisi ile boğuşmaktan vazgeçip toparlandığı takdirde yeniden küresel bir güç olmanın bütün imkanlarına sahiptir. Ancak, küresel anlamda bir güç olmak ne kadar isabetli olacaktır? Ben şahsen bütün dünya ile barış içinde ilgilenmek gerektiğine inanıyorum. Tanımı gereği hegoman olması gereken “küresel güç” Türkiye için ne kadar istenilebilecek bir şey buna emin değilim. Her geçen gün dünyanın merkezi haline gelen bir bölgede “bölgesel güç” olarak ayakta kalmak büyük başarı olacaktır. Adriyatik’ten Kıtay’a (Çin’e) bu gücün barış içinde, insan hakları ve adalet temelli olarak derinleştirilmesi önümüzdeki yüzyılın başlıca konusu olmalıdır.

Galip Türkmen

8 Ekim 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder