15 Şubat 2009 Pazar

İsrailli Komutan'ın Haddini Bilmez "Kabarması"

Davos’taki ‘Gazze Paneli’ sırasında İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres’in sözlerine sert tepki göstererek oturumu terk eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a çok ağır suçlamalarda bulunan İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı General Avi Mizrahi, “Erdoğan, aynaya baksın” dedi.

Mizrahi, Türkiye’ye yönelik sözleri için, İsrail’de yapılan ‘askeri psikoloji’ konulu uluslararası toplantıyı özellikle seçmesi de dikkat çekti.

İsrail’in Haaretz gazetesine göre, toplantıda konuşan Mizrahi, Başbakan Erdoğan’ın Peres’e yönelttiği, “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” şeklindeki sözünü hatırlatarak, “Erdoğan, aynaya baksın” ifadesini kullandı.

İsrailli komutan, Türkiye’nin yıllar önce Ermenilere dünyanın en büyük katliamlarından birini yaptığını öne sürerek, aynı politikanın bugün de Kürtler üzerinde sürdürüldüğünü iddia etti.

Mizrahi, İsrail’i Filistin topraklarını işgal etmekle suçlayan Erdoğan’ın ülkesinin, Kıbrıs’ın kuzeyini on yıllardır işgal ettiğini iddia etti.

General Mizrahi, Başbakan Erdoğan’ın İsrail’in BM’den çıkarılması yolundaki çağrısını hatırlatarak, “Böyle bir durumda, Türkiye de İsrail’in yanına eklenmelidir” diye konuştu.

Abdullah Gül'ün "Ergenekon Kapsamında" Avrasya Temasları

Rusya Federasyonu temaslarının 3. gününde Tataristan'a gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tataristan Cumhurbaşkanı Mintimer Şaymiyev ile başkent Kazan'da görüştü. Gül ve Şaymiyev'in ikili olarak görüşmesinin ardından geçilen heyetler arası görüşmeye, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler de katıldı.

Gül ve Şaymiyev görüşmelerden sonra ortak basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye'nin Tataristan ile ilişkilerinin Rusya Federasyonu ile ilişkilerini pekiştiren bir unsur olduğunu belirterek, "Türkiye ile Rusya Federasyonu arasındaki gelişen ilişkiler sayesinde, Türkiye ile Tataristan arsındaki ilişkiler de sağlam adımlarla gelişmeye başlamış, bu durum Türkiye ve Rusya Federasyonu arasındaki ilişkilerin gelişimine de genel olarak katkı sağlamıştır. Türkiye, Rusya Federasyonu'ndaki ilk başkonsolosluğunu Tataristan'ın başkenti Kazan'da açmıştır. Bu da ilişkilerimizin ne kadar özel olduğunu gösteren bir işarettir" diye konuştu.

Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye-Tataristan İş Forumu'nda iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin gözden geçirildiğini ve işadamlarının çalışmalarının değerlendirildiğini ifade etti.

Türkiye ile Tataristan arasındaki artan ticaret hacmine de işaret eden Gül, "2002 yılında sadece 17 milyon dolar olan ticaretin bugün 2.5 milyar dolara ulaştığını görmekten de memnuniyet duyduk. Türk müteahhitlerinin Rusya genelinde olduğu gibi Tataristan'daki çalışmalarıyla da gurur duymaktayız. Kazan'da Türk müteahhitlerinin pek çok eserleri bulunmaktadır. Türk işadamlarına gösterdikleri güven ve verdikleri destek için sayın cumhurbaşkanına, başbakana ve herkese teşekkür ediyorum" dedi.

Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye ile Tataristan arasındaki eğitim ve kültür faaliyetlerine önem verdiklerini, Kazan Devlet Üniversitesi'nde Türkçe'nin en iyi şekilde öğretildiğini ve en iyi Türkologların burada yetiştiğini belirterek, "Eminim ki bu ziyaretle yeni bir sayfa açılmıştır, ilişkilerimiz daha da gelişecektir. Tekrar gösterilen yakın misafirperverliğe teşekkür ediyorum" şeklinde konuştu.

Tataristan Cumhurbaşkanı Mintimer Şaynmiyev ise, Cumhurbaşkanı Gül'e, Tataristan'ı ziyaret ettiği için teşekkür ederek, Gül'ü ülkelerinde ağırlamaktan onur ve mutluluk duyduklarını söyledi. Şaymiyev, Gül'ün Tataristan'ı ziyaret eden ilk Türk Cumhurbaşkanı olması sebebiyle de tarihi önem taşıdığını belirtti. Ekonomi, ticaret ve kültürel alandaki işbirliğinin geliştirilmesine ağırlık verdiklerini söyleyen Şaymiyev, Türk şirketlerinin Tataristan'da yatırım yapan yabancı şirketler arasında ilk sırada geldiğini ifade etti.

Bardakoğlu’nun evine hac parasıyla tadilat

Hacı adaylarından alınan paraların Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun evinin 175 bin TL’lik tadilatına harcandığı iddia edildi
- Hacı adaylarından alınan paralarla Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun halen oturduğu Bilkent’teki evinin tamir ve onarımının yaptırıldığı iddia edildi. 175 bin TL’lik tadilatın Türk Diyanet Vakfı (TDV) tarafından gerçekleştirildiği bildirilirken, Bakan Said Yazıcıoğlu harcamaları savundu.

MHP Mersin milletvekili Behiç Çelik, Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) tahsis edilen Bahçelievler’deki lojman ile Ali Bardakoğlu’nun halen ikamet ettiği konutu TBMM gündemine taşıdı. Bahçelievler’de mülkiyeti Hazine’ye ait olan Diyanet’e tahsisli lojmanda kimin oturduğunu ve evin mülkiyetinin kime ait olduğunun açıklanmasını isteyen Kılıç, “Denetim sorumluluğu DİB’e ait, hacılardan alınan artan paradan bu lojmanın iç bakım ve tefrişi için 175 bin YTL harcandığı doğru mudur?” diye sordu. ÇARPICI CEVAP
Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Yazıcıoğlu’nun cevabı Bardakoğlu’nun konutu hakkında bilgileri gözler önüne serdi. Yazıcıoğlu, Bahçelievler 7. Caddedeki apartman dairesinin DİB’e “özel tahsisli konut” şeklinde tahsisli iken, mülkiyeti Türk İşbirliği Kalkınma İdaresi Başkanlığı’na (TİKA) ait Bilkent’teki konutun her iki kurumun karşılıklı mutabakatıyla tahsis değişikliği yapıldığını bildirdi.

Bardakoğlu’nun oturduğu konutun mülkiyetinin TİKA’ya ait olduğu belirten Yazıcıoğlu, “Dolayısıla halen Diyanet İşleri Başkanı’nın ikamet ettiği bu konut satın alınmamış ve herhangi bir bedel de ödenmemiştir. Ancak iki kurumun uygun mütalaası üzerine düzenlenen protokol hükümlerine göre karşılıklı tahsis işlemi tesis edilmiştir” dedi. BUGÜN DE HARCANIYOR
Bakan Yazıcıoğlu, tahsis işleminin tamamlanmasının ardından evin uzunca bir süre kullanılmamış olması nedeniyle tamir ve onarımına ihtiyaç olduğunu belirterek, şöyle devam etti: “Buna göre Hac ve Umre Seyahatleriyle İlgili İşlerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yürütülmesine dair yönetmelik gereğince, hac ve umre hesabından bir meblağ artması halinde TDV ile işbirliği yapılarak bütçede ödeneği olmayan hizmetler için harcanabileceği ifade edilmektedir. Bu faaliyet kapsamında; sözkonusu lojmanın tamir, tadilat ve donanımı için sor önergesinde sözü edilen meblağın ayrılmış ve anılan mevzuata uygun olarak konutun tamir ve tadilatı TDV tarafından yaptırılmıştır. Başkanlıkça, geçmişte olduğu gibi bugün de, ilgili bütçe kaleminde ödenek bulunmadığı takdirde merkez ve taşra ayrımı yapılmadan ilgili mevzuata uygun şekilde anılan komisyon kararı doğrultusunda harcama yapılmaktadır.” YÖNETMELİK NE DİYOR?
Bakan’ın belirttiği Hac ve Umre Yönetmeliği’nin “Alınacak ücret”i düzenleyen 22. Maddesi ve “Harcamalardan artan meblağın sarfı”nı düzenleyen 66. Maddesi şöyle:

“Madde 22 - Hac ve umre seyahatlerinin gerektirdiği harcamaların karşılığı, Komisyonca tespit edilecek miktarlar üzerinden tahsil edilir. Komisyonca tespit edilecek bu miktarlara ayrıca ihtiyat akçesi olarak yüzde 5 eklenir. Komisyonca bu miktar tespit edilirken, döviz satın alma tarihine kadar geçecek zaman içinde döviz kurlarında meydana gelmesi muhtemel artışlar dikkate alınır.
Madde 66: Hac ve umre harcamalarının tahmin edilenin altında gerçekleşmesi veya ihtiyat akçesinin harcanmasına ihtiyaç duyulmaması halinde, Hac ve Umre Hesabında artan meblağ, Komisyonun alacağı kararlar üzerine, aşağıda belirtilen hizmet ve faaliyetlere sarfedilir;
d-Eğitim merkezi ve müftülük hizmet binaları ile diğer tesislerin arsa, bina, satınalım, yapım, onarım, elektrik, su, doğalgaz, akaryakıt ve diğer giderlerine
n-) Başkanlıkça yürütülen hizmet ve faaliyetler için lüzum ve ihtiyaç duyulacak sair yerlere” “KURUMLARIN İMTİYAZI YOK”
Önerge sahibi MHP’li Çelik Gazeteport'a yaptığı açıklamada, “Amacımız, yüce İslam dinine hizmet eden bir kurumu eleştirmek değil, o kurumun daha nitelikli hizmet vermesini sağlamaktır. Sistemin doğru işlemesi için elimizden ne geliyorsa, ne gerekiyorsa bunu yapmaya çalışıyoruz. Hiçbir kamu kurumunun imtiyazı yok” dedi.

http://www.gazeteport.com.tr/SIYASET/NEWS/GP_390974

“Kürt Baharı” sona eriyor.

CEMAAT'İN ERBİL TOPLANTISININ GÖZDEN KAÇAN AYRINTILARI

Bir süredir "cemaate" yakın Abant Platformu’nun Kürt Sorunu konusundaki çabasını takip ediyoruz. Abant Platformu, geçtiğimiz Eylül ayında Diyarbakır’da “Kürt Sorunu” üzerine gerçekleştirmek istediği toplantıyı PKK’nın tehdidi nedeniyle ertelemek zorunda kalmıştı. Platform, toplantı yeri için Erbil’i seçti.

Cemaat bu seçimiyle bir anlamda Barzani’nin başkentini kendisi için Diyarbakır’dan daha güvenli bulduğunu gösterdi. Bu günlerde Abant Platformu’nun düzenlediği toplantıya Türk Büyükelçiliği’nden de üst düzey katılımın olacağı konuşuluyor.
Ayrıca toplantıyı açacak isim de cemaatin tercihlerini göstermesi bakımından oldukça önemli. Toplantı Neçirvan Barzani'nin konuşmasıyla başlayacak.
Biraz şaşırtıcı değil mi? Türkiye’nin Kuzey Irak’a dönük faaliyetine hep karşı çıkan Barzani Hareketi’nin cemaatin yollarına gül dökmesi yalnız cemaatin değil Barzani’nin de tercihlerini göstermiyor mu?
Peki neden? Neden cemaat Erbil’e gidiyor? Ya da neden Barzani cemaati Erbil’e çağırıyor?
Daha ilginç olanı, Yasemin Çongar’ın yakın dostu Henri Barkey’in bu konu ile ne ilgisi var?

Bu soruların bulmak için Türk dış politikasının önümüzdeki dönem tercihlerini nasıl şekillendireceğini bilmemiz açısından önemli. Hele Dışişleri Bakanı’nın cemaatin en sevdiği bakanı olduğu düşünülürse bir anlamda bu toplantının Dışişleri’nin Erbil’e uzanışı olarak algılamak mümkün.
Zaten büyükelçiliğin en üst düzeyde harekete geçmesi de bu desteğin göstergesi.

Cemaat Kuzey Irak’a kritik bir dönemde gidiyor.
Zira, Irak’ta 2003’te Amerikan işgali ile başlayan “Kürt Baharı” sona eriyor. Irak’taki tüm gelişmeler bunu gösteriyor. İsterseniz bunu şöyle açıklayalım.
1) Noam Chomsky, 9 Mart 2007 tarihinde The Guardian gazetesinde “ABD, Irak’ta güvenilir bir kukla devlet kuramadı ve çekilmesi, kaynakların kontrolünü riske atması anlamına gelecek” yazmıştı. Gerçekten de ABD, Irak’tan çekilme anlaşmasını imzaladı ancak ardında kendi hükümetini kuramadan gidiyor. ABD’nin gidişine en çok KDP ve KYB gibi Kürt hareketleri üzülüyor. Çünkü Kürtler dışarıdan da olsa kendilerine garantör olan bir gücü en azından görünürde kaybedecekler.

2) Irak’ta Maliki Başkanlığı’nda kurulan Ulusal Birlik Hükümeti beklenmedik bir politika sergiledi. Maliki Hükümeti ABD’nin Irak’a girişinden sonra merkezi yapısı zayıflamış Irak’ta yeniden merkezi yetkileri artırmaya çalışıyor. Örneğin Maliki, Anayasa’nın değiştirerek, yerel parlamentolara verilen pek çok yasama yetkisini merkezi hükümet lehine düzenleme doğrultusunda adım atıyor. Yakın zamanda Barzani ile Maliki arasında yaşanan sertleşmede bu yetki paylaşımı tartışmasının önemi büyük. Yetki paylaşımı meselesi oldukça önemli. Unutmayalım ki, Irak Kürtleri ile Irak merkezi hükümeti arasındaki yetki paylaşımının Irak’ta 1930’lar sonrasında defalarca çatışmaya yol açmıştır.

3) Irak’ta önemli bir kısmını laik unsurların oluşturduğu, kamuoyunda artık kanıksanmış adlarıyla “Sünni Araplar” yeniden siyaset sahnesinde. 2005 seçimlerini boykot eden bu topluluk, son seçimlere katıldı ve artık siyasetin vazgeçilmez bir parçası haline geldi.

4) Maliki’nin kurmak istediği “Aşiret Konseyleri” de Barzani tarafından tepki ile karşılandı. Aşiret denilince Türkiye aşiretleri ile benzer bir yapı anlaşılmamalı. Irak’ı bilenler aşiret yapısının Irak tarihindeki öneminin altını çizerler. Çünkü Irak’ta kurulan aşiret konseyleri aslında Irak’ta mezhepsel çatışmayı sonlandıracak ve birleşik bir Irak yaratacak önemli organlardan bir tanesi. Bu organa Barzani’nin tepkisi bu nedenle oldukça sert oldu. Mesut Barzani bu konseylere katılacak aşiretleri “vatan haini” ilan edeceğini açıkladı. Ayrıca bu aşiretlerin işgal öncesinde Baas Partisi’ni desteklediği unutulmamalı.

5) Sünni Arap unsurların siyasete girmesi ve aşiret konseylerinin kurulması sayesinde artık Irak’ta El Kaide’ye yakın İslamcı unsurlar oldukça azaldı. köktenci El Kaide tarzı eylemlerin sesi çok duyulmuyor.

6) Bu gelişmeler özellikle iki grup için oldukça olumsuz sonuçlara neden oldu. Irak’ın Kuzeyi’nde ayrılıkçı hareketlerde başı çeken Kürt Partileri, güneyde ise İran yanlısı Şiiler. Irak’ta oluşan bu yeni durum Irak’ın bir arada yaşama fikrini yeniden canlandırdı. Ayrı yaşamak isteyenlerin ise moralini bozdu.

7) Nitekim Irak’ta seçimlere böyle bir atmosferde gidildi. Peki kim kazandı? Irak’ta ABD’nin oluşturduğu etnik kompozisyonda bir partiyi göstermek zor. Ama Irak’ta son seçimlerde kazananın “Irak’ın birleşik yapısı” olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Irak Halkı en kritik bölgelerde Sünni veya Şii, “Birleşik Irak”’ı savunan partilere oy verdi.

8) Örnek olsun diye açıklayalım. Seçimin önemli noktalarından biri olan El Anbar’da Ulusalcı Arap Hareketi’nin temsilcisi olan Salih Mutlak liderliğindeki Irak Ulusal Projesi %17.6 oy aldı. Böylelikle El Anbar taraftarları, mezhepçi İslamcılık’a karşı tercihini gösterdi.

9) Bağdat’ta Maliki’nin başını çektiği “Hukuk Devleti” listeleri %38 gibi büyük bir oy oranıyla birinci oldu. Maliki’nin hem İran yanlısı Şiiler’e hem de Kuzey’deki ayrılıkçı Kürt Partileri’ne karşı olduğunu unutmamak gerekir. Yine Maliki’nin hareketi olan “Hukuk Devleti” bir başka önemli noktada, Basra’da %37 gibi bir oranla seçimleri kazandı. Kerbela, Necef gibi kritik bölgelerde de sonuç benzer oldu. Bu da Maliki’nin İran yanlısı ve merkezi hükümete karşı olan Güney’de ki Şii unsurlara karşı bir zaferi olarak yorumlandı. Kısacası Şii bölgelerde El Hekim ve Sadr Grubu seçimlerin mağlubu oldu.

10). Elbette Irak’ın pek çok bölgesi önemli. Ancak Kuzey’e doğru seçimlerdeki oy oranlarına bakmak seçimleri Barzani’nin kaybettiğini söylemek için sanırım yeterli olacak. Örneğin Kürt siyaseti için önemli noktalardan olan Musul (Ninova) Bölgesi’nde Sünni Arap aşiretlerin oluşturduğu El Hadba % 48,4 oy oranı ile birinci olurken, Kürdistan İttifakı %25,5 oy oranına sahip olabildi.
Yine Kürdistan Cephesi’nden beklentinin yüksek olduğu Diyala’da Adnan Duleymi ve Tarık El Haşimi’nin kontrolünde olan Sünni-İslamcı ve Arap “Uzlaşma Cephesi” %21,1 oy oranı ile birinci parti oldu. Kürdistan İttifakı %17,2 oy oranı ile ikinci oldu. Kısacası Barzani, Sünni Araplar’ın katılması ile seçimleri büyük farkla kaybetti.

11) Bu seçim sonuçları Irak’ta mevcut durumun meşruiyetin tartışılmasını da beraberinde getirdi. Celal Talabani’nin “nasıl Irak Cumhurbaşkanı olduğunu” artık Irak’ta herkes tartışıyor. Talabani’nin koltuğu her zamankinden daha çok sallanıyor. Ayrıca halen statüsünün ne olacağı belli olmayan ve bu nedenle seçim yapılamayan Kerkük’e sadece birkaç hafta önce Irak Ordu Birlikleri’nin girme girişiminin Barzani’nin ABD nezninde çabaları ile durdurulduğunu hatırlatalım. Kısacası Irak’ta artık ABD’den aldığı destek ile Irak’ta birleşik bir siyasi yapının kuruluşunu engelleyen KDP ve KYB gibi yapıların geleceği tartışmalı. İlk siyasi deprem bunların sonunu hazırlayabilir. Tekrar söylemek gerekirse “Kürt Baharı” artık bitti.

Yasemin Çongar'ın arkadaşı

İşte cemaat Kuzey Irak’a bu siyasi değişimin yaşandığı bir dönemde gidiyor. Tam da bu dönemde tesadüf değil, Kuzey Irak’ta ki bölgesel yönetim Türkiye’yi hatırladı.
Elbette cemaat de bu zor gününde Barzani’yi unutmadı.
Geçtiğimiz hafta Washington'da Carnegie Endowment'ta "Kürdistan Üzerine Çatışmayı Önleme" başlıklı bir konferans gerçekleşti. Konferansa cemaatin oldukça dikkate aldığını bildiğimiz Yasemin Çongar’ın yakın dostu Henry Barkey’in konuşmaları damgasını vurdu. Barkey, kısaca Irak’ta federalizmin güçlendirilmesini talep ediyor, Kürtler’in merkezi hükümete rağmen kendi kendilerini yönetmelerinden söz ediyordu. Ancak Barkey’in bunun Türkiye’nin desteği olmadan gerçekleşemeyeceğini söylemesi oldukça ilginçti. Barkey aynı konuşmada merkezi Irak yönetimini de eleştiriyordu. Kısacası Barkey, Türkiye’nin Barzani lehine Irak’a müdahil olmasını istiyordu.

Kısacası cemaat Irak’ta Kürt Baharı’nın bittiği, merkezi hükümetin günden güne Barzani Hareketi’nin üstüne gittiği, Barzani’nin seçimleri kaybettiği şartlarda Erbil’e gidiyor. Çünkü Barzani’nin bu şartlarda kurtuluş için Türkiye’ye ihtiyacı var. Barzani Hareketi, Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a müdahalesine karşı olduğuna göre bu durumda devreye cemaatin girmesi gerekiyor.
Cemaatin gücü, bu desteği Barzani’ye sağlamaya yeter mi bilinmez?
Ama cemaatin de bunun karşılığında Barzani üzerinden Türkiye Kürtleri’ni kendisine katma projesinin başarılı olup olamayacağı bu günden kestirilemez.
Son günlerde pek çok fikir dergisinde yeniden “Yeni Osmanlıcılık” tartışmalarının yapıldığı dönemde, cemaatin Kuzey Irak’a seferi oldukça tartışılacak gibi görünüyor.

Barış Terkoğlu
Odatv.com

http://www.odatv.com/index.php?id=14894

Sıkmaya başlayan soru

Abdulhamit Bilici
Türkiye, içinde yaşadığı bölgenin neresine uzansa, Batı'da aynı endişe hortluyor: Türkiye'yi kaybediyor muyuz?Ortadoğu'da aktif bir siyaset izlemeye, İslam dünyası ile biraz yakınlaşmaya başladığında, aynı soru gündeme geliyor. Türk dünyası ile biraz yakınlaşma olunca, yine aynı soru ortaya atılıyor.

Aynı endişe Rusya ile yaşanan sıcak ilişkiler nedeniyle de sık sık gündeme geliyor. Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan krizde, Türkiye'nin biraz tarafsız siyaset izlemesi, aynı sorunun yine gündeme gelmesine yol açmıştı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyareti, mutlaka kafaları yine karıştıracak. Acaba NATO üyesi olan Türkiye, Avrasya'ya mı kayıyor?

Halbuki bugün izlenen dış politikanın belirlenmesinde etkili olan isimler, sürekli bu endişeleri giderecek konuşmalar yapıyor. Dış politikada atılan adımların, yeni bir eksen arayışı olmadığını, NATO üyeliği konusunda en küçük istifhamın gündemde olmadığını, izlenen politikadaki hedefin çok boyutlu bir dış politika izleyerek Türkiye'nin jeopolitik imkanlarından maksimum düzeyde yararlanmak olduğunu söylüyorlar. Ama nafile...

Sanki donuk bir şekilde, çevresinden izole bir dış siyaset izlemek, Batı'nın her dediğini yapmak ve atmayı düşündüğü her adımı Batı'dan izin alarak atmak Türkiye'nin kaderi.

Türkiye, krizi bol bir bölgede yaşıyor. Ya da dünyayı ilgilendiren krizlerin çoğu yakın bölgemizde yaşanıyor ve bu krizlerin hemen hepsiyle bir yönümüzle bağımız oluyor. NATO'nun birkaç yıl önce yaptığı bir analizde, İttifak'ın ilgilenmek zorunda kalacağı 16 potansiyel kriz bölgesinden 13'ünün Türkiye'nin çok yakın çevresinde yer alacağı söyleniyordu.

Bir de 3 kıtada uzunca bir süre hakim olmuş Osmanlı'nın vârisi olunca, neredeyse hiçbir krize bigane kalma şansımız kalmıyor. Soğuk Savaş'tan hemen sonra Bosna'da kriz patlayınca, çok geçmeden Sırpların Kosova Savaşı'nın intikamı için Boşnakları katlettiklerini öğrenmedik mi? Üstelik onlar, Boşnaklara 'Türk' diyorlardı.

Kosova krizinde Arnavutlar hedef alınınca İstiklal Marşı'mızın yazarının da Arnavut olduğunu hatırlamadık mı? Bazı rivayetlere göre 5 milyon Arnavut kökenli vatandaşımız varken, bu krize sırtımızı dönmemiz mümkün müydü?

Kafkaslar'da ne Çeçen, ne Abhaz ne de Karabağ krizine, bir İsveç veya bir Norveç gibi yaklaşma şansımız vardı. Çünkü topraklar, kültürler, dinler, akrabalıklar ve yüzlerce yıllık hatıralar vardı aramızda ortak olan.

Ne Filistin'de akan kana ne de Irak'ta, İran'da, Afganistan'da yaşananlara uzak durma imkanı var Türkiye'nin. İstese de bunu yapması zor. Bu ilgi haritası, Endonezya'dan başlayıp Fas'a kadar uzanabilir.

Türkiye'nin çevresiyle ilgilenmesi, sadece kültürel ve tarihî nedenlere de dayanmıyor. Artık şurası çok açık ki; bir ülke komşularıyla, yakın bölgesiyle ekonomik ilişkilere sahip değilse, gelişmesi mümkün değildir. Bu yüzden içinde yaşadığımız bölgenin bir barış havzası olmasında Türkiye'nin hayatî çıkarı söz konusu. Kafkaslar'da Ermeni sorununun devam etmesi bu hedefin önündeki büyük bir engel. Gürcistan'ın istikrarsızlığı, hem bölge için hem de Türkiye için büyük maliyet. Irak'ta yaşanan kaos ortamı, İran'ın geleceğindeki belirsizlik, Filistin-İsrail çözümsüzlüğü, bu bölgeyi bir barış havzasına dönüştürme hedefini sabote eden faktörler.

Aslında kuzeyden güneye, doğudan batıya Türkiye'nin böyle bir perspektifle bölgede aktif bir oyuncu olması Batı'nın da çıkarına. Yavaş yavaş bu rolü takdir edenler de çıkmıyor değil.

Keşke sürekli "Türkiye'yi kaybediyor muyuz?" kâbusu görmek yerine, Batı biraz da Türkiye'yi neden hep çantada keklik olarak gördüğünü sorgulasa... Neden hiçbir bedel ödemeden, Türkiye'nin kendilerinin yanında yer alması gerektiğine inandıklarına kafa yorsalar... 50 yıllık Soğuk Savaş ortaklığı boyunca Türkiye'nin nasıl Avrupa'nın dışında tutulduğu üzerine düşünseler. Onlarca eski düşman kamptan ülke, AB'ye üye alınırken, Türkiye'nin hep itilip kakılarak ne kadar aşağılandığını sorgulasalar. Kıbrıs'ta çözümü isteyen taraf olmasına rağmen, neden cezalandırılan tarafın Türkler olduğu sorusuna cevap arasalar... Kanlı bir terör örgütünü terör listesine sokmak için, neden binlerce insanın hayatını kaybetmesinin beklendiğini de...

Evet, Türkiye'nin yönelimi değişmiyor; belki çeşitleniyor, renkleniyor. Ama hiç kuşkunuz olmasın, bu cevapsız sorular herkesin kafasında Batı ile ilişkilerin sorgulanmasına yol açıyor. Şayet Batı, "Türkiye bizim için önemli" diyorsa, onu kaybetmemek için artık birazcık gayret etmesi gerekiyor.

Not: Salı günü kayınpederim Tahsin Ünlü'yü kaybettik. Ailemizin acısını paylaşan tüm dostlara teşekkür ediyorum.

14 Şubat 2009, Cumartesi
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=815106&title=sikmaya-baslayan-soru

5 Şubat 2009 Perşembe

İranlı Profesörden iddialı bir çıkış...

İranlı Prof. Dr. Seyid Hüseyin Nasr, Türkiye'nin İslam dünyasında entelektüel rolünün olmadığını öne sürdü. Nasr, Türkiye'nin Avrupa'da ise hep Hollanda ve Belçika'nın gerisinde geleceğini söyledi.

Nevra Yaraç LAÇİNOK – Adem DEMİR

03.02.2009 12:10

George Washıngton Üniversitesi’nde İslam araştırmaları profesörü olan İranlı yazar, akademisyen ve fizikçi Seyid Hüseyin Nasr, ABD Başkanı Barack Obama’nın Ortadoğu’ya bakışını, İslam ülkelerindeki demokratikleşme sorununu ve Türkiye’nin konumunu Newsweek Türkiye’den Nevra Yaraç Laçinok ve Adem Demir’e anlattı.

İşte o söyleşiden bazı bölümler:

- 21 Ocak’taki konuşmasında Müslüman dünyaya “Biz karşılıklı çıkarlara ve saygıya dayalı yeni bir yol arıyoruz” diyen Obama’nın bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benimle aynı ismi taşıyan Obama, anlayamadığım bir şekilde Müslümanlar’ı büyük hayal kırıklığına uğratacak bazı atamalar yaptı. Ortadoğu’yla ilgili başdanışmanlarının hepsi çok güçlü İslam karşıtı duruşa sahip. İslam dünyası bekleyip görecek. Umutsuz değilim ve Obama’nın her şeyden önce iyi biri olduğunu düşünüyorum. Militarist değil, İslam dünyasında deneyimi var. Yıllarca Endonezya’da yaşadı, yoksulluğun ne olduğunu biliyor; çok zeki, güzel konuşuyor. Obama Tanrı’nın ABD’ye hediyesi. Bu hediyenin ne kadar çabuk harcanacağını göreceğiz.

İSRAİL'E İTİRAZ YOKSA, İRAN'A DA OLMAMALI

- Obama’nın Ortadoğu’da İran’a odaklanacağı söyleniyor.

Bundan eminim. Politikacı değilim ama bir İranlı olarak şunu söyleyebilirim: İran’da kimse ülkenin nükleer güce sahip olmasına karşı değil. İsrail’in 300 nükleer bombasına kimse tek laf etmezken, İranlılar aksini kabul etmez. Bu projenin devam etmesi milli bir dava. ABD istese de istemese de değişmeyecek. Barışı sağlamak çok zor değil. Eğer İran artık ABD’yi tehdit olarak görmez ve bazı eylemler üzerinde bir çeşit kontrol sağlanırsa yeterli olacaktır. Ama İsrailliler İran’dan gerçekten korkuyor. İran güçlü bir ulus ve nükleer güce sahip olması dengeyi Lübnan’ın kamplarında olan Filistinliler için bile değiştirecek. Ve bu onların istemediği bir durum.

- İslam ülkelerinin çoğu yönetim, demokrasi gibi sorunlarla boğuşuyor. Sizce bunun sebebi ne?

Bir toplumun kendi siyasi yapılarını geliştirme özgürlüğü olmalı. Avrupa’da ilk devrim gerçekleştiğinde binlerce insanı giyotinle idam ettiler. Bu Fransa’nın içinden gelen bir dinamikti, Çin tarafından dayatılmadı. Amerikan Devrimi veya Almanya’nın birleşmesi için de aynı durum geçerli. Oysa İslam dünyası uzun zaman sömürgeci güçlerin hâkimiyetindeydi. Bir şeyler hep dışarıdan geldi. Toplumun düşüncelerinde karşılık bulan kurumlar yaratılamadı. İslam ülkelerinde yaşayan insanlarda özgürlük sevgisi New York’takilerden az değil. Sorun bunun nasıl kurumsallaştırılacağı. Ayrıca İslam dünyası çok trajik bir dönemden geçti. Bütün modeller buralarda denenirken, toplum hiçbir zaman özgür değildi. Batı’dan gelen baskılar hiç tartışılmadı. Şimdi de ekonomik baskı var. Kendi kendilerine doğal bir gelişme sağlayamadılar. Asıl neden bu.

HRİSTİYAN YA DA YAHUDİ TERÖRİZMİ YOK AMA İSLAM TERÖRİZMİ VAR

- Irak, Afganistan gibi ülkelerde dışarıdan müdahaleyle demokrasinin sağlanması mümkün mü?

Irak’a tanklarla demokrasiyi nasıl dayatırsınız? Iraklılar tankları istememe özgürlüğüne bile sahip değilken bir özgürlükten bahsedemeyiz.

- Özellikle 11 Eylül 2001’in ertesinde İslam terörizmle özdeşleştirildi. Geçen yedi yılda bunun değiştiğini düşünüyor musunuz?

Hayır. Sri Lanka’da Tamil Kaplanları bir binayı havaya uçurduğunda ve başbakanı öldürdüklerinde ya da Hindistan, Gucarat’ta üç bin kişi öldürüldüğünde kimse Hindu terörizminden bahsetmiyor. İsrailliler Lübnan’ı bombalayıp masum çocukları öldürürse de, buna asla Yahudi terörizmi diyemezsiniz, kesin olarak yasaktır. Uganda’nın Hıristiyan hareketi “Tanrı’nın Ordusu” Doğu Kongo’da bir milyondan fazla insanı öldürdüğünde, Hıristiyan terörizmi denmez. Herkese açık olan tek kavram İslami terörizm.

- Neden peki?

Ne yazık ki Batı’da bazı çevrelerde şu anda İslam’a karşı bir nefret var. Bunun yüzde 90’ı Arap-İsrail sorunundan kaynaklanıyor. Sorunu çözmemek için bu nefreti beslemek gerekiyor.

OBAMA'NIN TÜRKİYE POLİTİKASI YOK

- Obama’nın Türkiye’ye yönelik politikası ilk etapta ne olabilir?

Türkiye’yle ilgili şimdilik belli bir politikası olmadığını düşünüyorum. Öncelikle Arap-İsrail sorunu ve İran’a yönelecek. Elbette Türkiye’yi hem siyasi hem ekonomik olarak göz önünde bulunduracak. Türkiye, Rusya’nın alternatifi olarak Orta Asya’dan Avrupa’ya doğalgaz taşıyor. Hiç göz ardı edilemez.

- Türkiye’nin şu anki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye Avrupalı güç rolünü oynamaya çalışıyor. Ama çok ileri gidebileceğini sanmıyorum. Avrupalı güçler bunu kabul etmeyecek ve Türkiye hep Belçika, Hollanda gibi ülkelerin arkasından gelecek. Fakat İslam dünyasında söz sahibi olarak çok olumlu bir rol oynayabilirsiniz. Başbakanınız Tayyip Erdoğan barışı geri getirmeyi denedi. Gelecekte daha önemli rol oynayabilirsiniz.

TÜRKİYE İSLAM DÜNYASINDA ENTELLEKTÜEL ROL OYNAMIYOR

- AKP Hükümeti’nin politikalarına ilişkin görüşleriniz nelerdir?

Birbirine karşıt iki aşırı unsur asla aynı zeminde varlığını sürdüremez, er ya da geç uyum sağlanmak zorunda: Atatürk ve İsmet İnönü’den miras sert sekülarizm ve özellikle Anadolu’da çoğu Arap ülkesinden daha güçlü olan, Türk halkı için büyük önceliğe sahip inanç. Şu anki hükümet bu konuda çok iyi bir iş yaptı. 19. yüzyıl sekülarizmi geride kaldı. Türkiye Başbakanı hem Avrupa’ya hem de İslam dünyası ve Asya’ya bir kapı olarak hareket edebilir. Tabii eğer Türkiye’yi uzun zamandır felce uğratan çatallaşmayı atlatabilirseniz. Türkiye İslam dünyasında hiçbir entelektüel rol oynamıyor; farklı nedenlerle Avrupa’da da böyle bir rolü yok. Türk yazara Nobel verildi ama bunun ardında politik nedenler vardı. 17 milyonluk Hollanda’nın entelektüellerinin Avrupa’da, sadece 5 milyonluk Lübnan’ın da İslam dünyasında Türkiye’den daha fazla etkisi var. Entelektüelleri ve kültürü izole etmenin büyük bir ülke için çok iyi bir durum olmadığı açık. Şimdiki yönetiminiz, Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türk tarihinde önemli bir aşama. Bütün bunlar askeri darbeler olmadan, savaşmadan, anlayışa dayalı ve yumuşakça da yapılabilir ve Türkiye daha da öne çıkabilir.

http://www.8sutun.com/haber?id=23918

4 Şubat 2009 Çarşamba

CIA, Stoffel faturasını paşaya kesti

Levent Ersöz, mahkemede “CIA beni öldürmek istiyor” dedi. Kafaları karıştıran ifadeden yola çıkan y, CIA'in, silah tüccarı Stoffel'in Kuzey Irak'ta öldürülmesinin faturasını Levent Ersöz'e kestiğini ortaya çıkardı.
CIA, Stoffel faturasını paşaya kesti
Jandarma İstihbarat eski Daire Başkanı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz tutuklanması istemiyle çıkarıldığı mahkemede "CIA beni öldürtmek istedi. Hakkımdaki koruma kararı emekli olduktan sonra da devam etti" dedi. Ersöz'ün ifadesinde bahsettiği CIA tehdini araştıran y, ABD'nin bölgedeki silah pazarını elinde tutan ve Kuzey Irak'ta öldürülen CIA'in eski bölge şefi Dale C. Stoffel öldürülmesiyle ilgili dosyada Ersöz'ün adına ulaştı.

'YEŞİL HAT'TA SIR CİNAYET

Levent Ersöz'ün görevde olduğu dönemde meydana gelen en önemli olaylardan biri, Aralık 2004'te Kuzey Irak'ta 'Yeşil Hat' olarak bilinen güvenli bölgede Amerikalı müteahhit Dale C. Stoffel ve ortağının öldürülmesiydi. Stoffel ve ortağı Joseph J. Wemple, şirketleri Wye Oak ve CLI adına iş takibi yapıyordu. İki ortak Taci'de Amerikalı yetkililerle toplantıdan çıkıp, Bağdat'taki 'Yeşil Bölge'de araçları durdurularak maskeli kişiler tarafından kurşuna dizildi.

KİRLİ SİLAH TİCARETİ

Öldüren Stoffel'in bilgisayarına el koyan saldırganlar elde ettikleri bilgileri (CIA-kukla yönetim-Irak'taki ABD askeri yönetimi-Lübnanlı aracılar arasındaki trafik, devlet ihaleleri, kayıp silahlar, özel yazışmalar) internette yayınladı. Bilgiler açıklandıkça Kuzey Irak'ta on milyarlarca dolarlık yağma, Amerikan istihbaratının kirli silah ticareti de ortaya çıktı.

RUSLAR ADINA DEVREDE

Washington'dan, Lübnan'a ve Türkiye'ye uzanan büyük kaçakçılık ve dev silah ticaretinde kurduğu dinleme ağı ile bilgi sahibi olduğu iddia edilen Levent Ersöz'ün elindeki telefon kayıtlarıyla yüzlerce kişiyi etkisiz hale getirdiği iddia edildi. Dev silah pazarını Rusya'ya açmak için o dönemde bağlantılarını kullanmaya başladığı ileri sürülen Ersöz'ün 70 milyar dolara varan silah anlaşmalarında bizzat bulunduğu ileri sürüldü. Ruslar'ın silah pazarına girmek için atak yaptığı bu dönemde Amerikalı müteahit Dale C. Stoffel ve ortağının öldürülmesiyle CIA'in Levent Ersöz'ün peşine düştüğü iddia edildi. Ersöz'e bu nedenle görevli olduğu dönemde özel koruma verildiği belirtildi. Ersöz emekli olunca da Rus silah firmasına danışmanlık yaptı.

40 milyar $'lık pazar elindeydi

Stoffel, CIA'nın Irak'taki gölge başkanıydı ve 'Arap Lawrence' olarak biliniyordu. Bush ailesiyle çok yakın bağlantısı olan Stoffel, onlar adına iş takibi yapıyordu. CIA adına dünya silah ticaretine yön veriyordu. İddialara göre Stoffel, Amerika ve İngiltere tarafından Irak'ın silahlarını yağmalamak ve gerekli yerlere transfer etmekle görevlendirildi. Bu 40 milyar dolarlık silah, askeri mühimmat ve hurdaya çıkarılan malzemelerin paraya çevrilme görevi bizzat Stoffel'e verildi.

04.02.2009

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=04.02.2009&c=1&i=167073

2 Şubat 2009 Pazartesi

Jane'se Defence dergisine göre Gülen cemaati üçüncü güç!..


Cumhuriyet Gazetesi'nde Elçin Poyrazlar imzası ile yeralan alıntı habere göre, uluslararası savunma dergisi Jane’s, Fethullah Gülen hareketinin Türkiye’de AKP ve ordunun yanı sıra üçüncü bir güç haline geldiği değerlendirmesini yaptı. Jane’s Defence Weekly dergisinin çatı kuruluşu Jane’s Information Group sitesinde yayımlanan “Gülen hareketi: Türkiye’nin üçüncü gücü” başlıklı analizde, Gülen hareketinin, Ergenekon davasıyla ilişkilendirerek suçladığı Türk ordusuna sızana kadar saldırılarını sürdüreceği görüşü de vurgulandı.

KÜRESEL GÜÇ

Gülen hareketinin kurduğu örgütler ve ağlar sayesinde milyonlarca doları kontrol ettiğine işaret edilen değerlendirmede, hareketin televizyon kanalları ve gazeteleri gibi modern iletişim araçlarıyla küresel alanda nüfuzunu kullandığı belirtildi.

CEMAAT VE AKP ARASINDA ÇEKİŞME VAR

Yazıda başa geldiği tarihten bu yana AKP’yi desteklemiş olan Gülen hareketinin AKP ile özdeşleştirildiği oysa iki siyasi güç arasında ideolojik bir yarış olduğu öne sürüldü. Analizde şöyle denildi: “Hem AKP hem de Gülen cemaatinin muhafazakâr değerleri ve İslamla politikanın birleştirilmesini savunmasına karşın bunlar yarış eden siyasi örgütler.”

GÜLEN CEMAATİ POLİSE SIZDI

Türkiye’de iktidarda kalma hedefinin AKP ve Gülen cemaatini “kazançlı bir ittifak” içinde tuttuğu ifade edilen yazıda, AKP’nin cemaat üyelerini kilit bürokratik görevlere getirdiği ve cemaatin örgütlerini koruduğu vurgulandı.

Cemaat üyelerinin bakanlıklar da dahil omak üzere hükümet içinde önemli görevlere geldiğine dikkat çekilen analizde Gülen hareketinin Türk polis teşkilatı ve istihbarat kanadında da nüfuza sahip olduğu ifade edildi.

Değerlendirmede Gülen hareketinin polis gücü ve bürokrasi içinde varlığına karşın Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde irtica ile mücadele politikası sonucu yer edinemediğine işaret edildi. Yazıda, TSK’nin bu tutumu nedeniyle Gülen hareketinin kontrolündeki medya yoluyla orduya saldırmaya başladığına vurgu yapıldı.

Gülen medyasının emniyetten sızdırılan bilgilerle orduyu Ergenekon davasıyla ilişkilendirerek TSK’ye yönelik suçlamaları “göze çarpan bir biçimde” yayımladığı da belirtildi.

Yazıda “Öyle görünüyor ki Gülen cemaati Türkiye’de daha fazla paya sahip olmak istiyor. Hareket kendi üyelerini ve yandaşlarını orduya sokana kadar TSK’ye güçlü bir biçimde karşı koymayı sürdürecek” denildi.

AKP, TSK VE GÜLEN HAREKETİ

Gülen hareketinin güçlü bir siyasi partiyle ilişkilerin yararlarını düşünerek AKP’yi desteklemeyi sürdüreceği görüşü de belirtildi. Yazıda Türkiye’nin “İslamcı blok” ve “laik blok” olarak iki kutba ayrıldığı görüşüne karşın Türkiye’nin AKP, TSK ve Gülen hareketiyle üçe ayrıldığını düşünmenin daha yararlı olacağı savunuldu.

Gülen hareketine yönelik “Türkiye’de en iyi ötgütlenmiş taban hareketi” nitelemesinin getirildiği analizde, “Gülen hareketi Türk siyasetinin etkin bir üçüncü gücü ve önümüzdeki yıllarda dünya bunu çok duyacak” denildi.

http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&Kategori=siyaset&KategoriID=&ArticleID=1054604&Date=02.02.2009&b=Janese%20Defence%20dergisine%20gore%20Gulen%20cemaati%20ucuncu%20guc..

Bir İdeal Olarak Açık Toplum

George Soros

Eğer ortak toplumsal değerlerin yetersizliğinin sıkıntısını çektiğimiz yolundaki tezim doğruysa, o zaman dönemimizde karşımıza çıkan en büyük sınav, ekonomik işlem mantığının büyük ölçüde geçerli olduğu, işlemsel (transactional) diyebileceğimiz küresel topluma uygun bir temel değerler dizisini yerleştirme sorunudur. Bu meseleyi çeşitli boyutlarıyla burada ele almaya çalışacağım. Küresel toplumumuzun erişmeye çalışması gereken bir ideal olarak açık toplum kavramını öne süreceğim. Benim iddiam, bütün dünyada açık toplumların gelişmesini desteklemenin ve küresel bir açık topluma uygun uluslararası kurumları yerleştirmenin, açık toplumların çıkarı gereği olduğu yolundadır. Bu fikri gerçeklikler üzerine temellendirmek için yeterli sayıda kanıt ortaya koymayı hedefliyorum.

Bu, ütopik bir girişim gibi görünüyor. İnsanlar, daha "açık toplum" kavramını bile bilmiyorlar; bu kavramı, erişmek için uğrunda mücadele etmeleri gereken bir hedef saymaktan çok uzaklar. Aslında, proje, göründüğü kadar ütopik değil. Açık toplumun, çok değişik, kendine özgü bir ideal olduğunu unutmamak gerekir. Bu ideal, kavrayışımızın kusursuz olamayacağı, kusursuz topluma hiçbir zaman erişemeyeceğimiz, kusurlular içinde en iyisiyle - yani, olumlu yönde gelişmeye kendisini açık tutan, bunun için çaba gösteren bir kusurlu toplumla- yetinmemiz fikrine dayanır. Bu tanımı kullandığımızda, ABD, Avrupa Birliği ve dünyanın başka birçok bölgesi, "açık toplum" nitelemesine çok yaklaşmaktadır. Tanımın, kusurlu olma ölçütüne kesinlikle uyuyorlar. Eksik olan nokta, açık toplum kavramının anlaşılması ve bir ideal olarak benimsenmesi. Ama bu açıdan da, gerçeklik, arzulanan hedeften çok uzak değil.

Temsili demokrasi, açık toplumun vazgeçilmez bir unsurudur; piyasa ekonomisi de öyle. Pek çok ülke temsili demokrasiyle yönetiliyor ve dünyanın başka yerlerinde demokrasinin geliştirilmesi, Batı demokrasilerinin açıkça benimsedikleri bir politika hedefi halini alıyor. Son on yılda piyasa ekonomisi gerçekten küresel niteliğe kavuştu; piyasa ekonomisinin ilkeleri, tam bir misyoner ruhuyla savunuluyor ve yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.

Öyleyse sorun nerede? Kanımca, piyasa ilkelerinin savunulmasında fazla ileriye gidilmiş ve giderek tek yanlı kalınmıştır. Piyasa köktencilerinin inancına göre, ortak çıkarları gözetmenin en iyi yolu, ödün vermeden bireysel çıkarların peşinden koşulmasıdır. Bu inanç, gerçekliklerle çelişmektedir, yine de çok etkili bir hale gelmiştir. Ayrıca bu inanç, küresel açık topluma giden yolda bir engel oluşturmaktadır. Küresel açık toplum hedefine çok yakınız, ancak piyasa köktenciliğinin hatalarını görmez, dünyanın ekonomik örgütlenmesi ile politik örgütlenmesi arasındaki uyumsuzluğu düzeltmezsek, söz konusu hedefe ulaşamayız.

Piyasa köktenciliğinin, komünizm ve köktendincilik gibi, açık topluma taban tabana zıt olmadığını vurgulamak gerekir. Piyasa köktenciliği yalnızca bir sapmadır. Fikirleri sonraki dönemlerde piyasa köktencileri tarafından saptırılan Friedrich Hayek, açık topluma yürekten inanıyordu. Hayek de, Karl Popper gibi, komünizm ve nasyonal sosyalizm gibi kollektivist akımlardan gelen tehditlere karşı bireyin özgürlüğünü korumak istiyordu; yalnızca, bu amaca hangi araçlarla ulaşılacağı konusunda görüş ayrılığına düşüyorlardı. Popper "parçaparça toplumsal mühendislik"i savunuyordu; Hayek ise, devlet kontrollerinin hedeflenemeyen olumsuz sonuçlarıyla yoğun bir şekilde ilgilendiği için, piyasa mekanizmasına yürekten inanmıştır. "Chicago Okulu"ndaki takipçileri, Hayek'in kaygılarını aşırı uçlara taşımışlardır. Bireysel çıkarların peşinden koşulması, var oluşun bütün boyutlarına nüfus eden evrensel bir ilke haline getirilmiştir: Yalnızca piyasalarda ifade edilen bireysel tecihlerin değil, politikada ifadesini bulan toplumsal tercihlerin de bu ilkeye göre düzenlenmesi öngörülmüştür.

Hatta, bu ilkenin kapsamı sözleşmeler hukukuna kadar genişletilmiştir. Söz konusu ilke, yalnızca birey davranışlarını değil, devletlerin hareket tarzlarını belirlemektedir -"bencil gen" gibi konulardan bahsetmeye gerek bile yok. Piyasa köktenciliği ile komünizm arasında rahatsız edici bir benzerlik söz konusudur: Her ikisi de, sosyal bilimlerde dayanak bulmaktadır; biri, piyasa iktidarını temel almakta, öteki ise, Marksizm'e (iktisat dahil, çok daha kapsamlı bir sosyal sistemler teorisidir) dayanmaktadır.

Bugün, açık toplum için, piyasa köktenciliğinin komünizmden daha büyük bir tehdit olduğunu düşünüyorum. Komünizm, hatta sosyalizm artık gözden düşmüştür, piyasa köktenciliği ise yükselmektedir. Bugün dünyada paylaşılan değerler varsa, bunlar şu inanca dayanan değerlerdir: Bireylerin kendi çıkarlarının peşinden koşmasına olanak tanınmalıdır ve ortak çıkarların onları harekete geçireceğini beklemek boş ve yararsızdır. Kuşkusuz, bu noktada genel bir görüş birliği olduğunu söyleyemeyiz ama söz konusu inanç, açık topluma duyulan inançtan çok daha yaygındır. Üstelik, piyasa köktenciliği, piyasa merkezli politikaların ürettiği olumlu sonuçların akabinde giderek daha fazla itibar kazanmaktadır - özellikle, bu politikalardan yararlanan gruplar arasında. Politika paranın etki alanında olduğu ölçüde, söz konusu grupların da nüfuzu artmakta, bu gruplar giderek en etkili kesimler haline gelmektedir.

Dolayısıyla, bu bölümde gerçekleştirmek istediğim iki hedef var: Piyasa köktenciliğinin yanlışlarını göstermek ve açık toplum ilkelerini yerleştirmek. İlk hedef nispeten kolay. Mali piyasaların denge kurma eğiliminde olmadığını daha önce gösterdim. Burada işaret etmek istediğim nokta, toplumsal değerlerin piyasalarda ifade bulmadığından ibaret. Piyasalar mevcut servet dağılımını yansıtırlar; söz konusu serveti sosyal adalet ilkelerine göre yeniden dağıtma gibi bir işlevleri yoktur. Demek ki, sosyal adalet, piyasa ekonomisinin mekanizmalarıyla ulaşılacak bir hedef değildir. İktisat teorisi, refah dağılımını verili kabul eder, kazananlara zararlı çıkanların kayıplarını telafi edecek ve bunun dışında hâlâ paylaşılacak gelir artışı sağlayan her politikanın, refahı artırdığını ileri sürer.

Kazançlı kesimlerin, zararlı çıkanların kayıplarını telafi etmesinin gerekli olup olmadığı konusunda sessiz kalır, çünkü bu, bir toplumsal değerler meselesidir ve iktisat bilimi değer yargılarından bağımsız kalmaya çalışır. Piyasa köktencileri, bu argümana dayanarak, piyasaları tamamen serbest bırakmanın en iyi politika olduğunu ileri sürerler.

Eğer piyasalar genel denge üretseydi ve sosyal adalet meseleleri çözüme kavuşturulsaydı, bu geçerli bir argüman olurdu; bu iki koşul da yerine getirilmemektedir. Bu da istikrarı sağlamak ve eşitsizliği azaltmak için ekonomiye bir çeşit politik müdahalede bulunulmasını gerekli kılmaktadır. İşte bu noktadaki ciddi sorun, politik kararların, piyasalardan da kusurlu olmasıdır. Bu, serbest piyasalar lehinde ortaya konabilecek güçlü bir argümandır, hatta piyasa köktencilerinin elindeki en güçlü argümandır ama genellikle bunu suistimal ederler. Politik kararların piyasaların etkinliğine müdahalede bulunması gerçeği, politikanın ekonominin dışında tutulması gerektiği yolunda bir çıkarım yapılmasını meşru kılmaz. Politika yozlaşmış ve verimsiz olabilir, ama bu, politikayı yeryüzünden silebileceğimiz anlamına gelmez. Köktenci argüman, kusursuz bir dünya için geçerli olabilir, ama kusurlu dünyaların en iyisi için anlamlı değildir. Açık toplum, kusurlu dünyaların en iyisini bulmaya yönelik bir arayıştır.

İkinci hedefim çok daha güç ulaşılabilecek bir hedef. Açık toplum kolay anlaşılır bir kavram değil, bu kavramı berraklığa kavuşturmak açısından pek başarılı olduğum söylenemez. Tam tersine, okurun kafasını karıştırmak için adeta elimden geleni yapmış görünüyorum. Bu terimi en azından üç farklı biçimde kullandım. Açık toplumu, dengeye yakın koşullarla eşanlamlı kullandım; ayrıca açık toplumun, gerçeklikte yaklaşılabilecek ama ulaşılamayacak bir ideal durum olduğunu da söyledim. Bu iki tez birbiriyle çelişir gibi görünüyor, çünkü gerçeklikte dengeye yakın koşullara ulaşmak mümkündür. Şimdi de, açık toplumu, ulaşmak için çaba harcanmaya değer bir hedef olarak göstermek istiyorum. Bütün bunlar gerçekten kafa karıştırıcı. Açık toplum bir ideal midir, yoksa gerçek koşulların bir betimlemesi midir?
Daha özelde, batı demokrasileri açık toplumu temsil ederler mi? Bu sorunun yanıtı şudur: Açık toplum hem bir idealdir, hem de gerçekliğin bir betimlemesidir, çünkü açık toplum alışılmadık, pek rastlanmayan türde bir idealdir: Kendisini gelişmeye açık tutan kusurlu bir toplumdan bahsediyoruz. Batı demokrasileri de, yalnızca bir açıdan açık toplum ölçütlerine uymamaktadır: Açık toplumu, gerçekleştirilmesi arzulanır bir hedef olarak kabul etmemektedirler. Kendi ülkeleri için kabul etseler bile, ulusal politika hedefi olması gereken evrensel bir ilke olarak kabul etmemektedirler. Uluslararası ilişkiler, hâlâ, ulusal egemenlik ilkesine dayanmaktadır. Açık toplum bir evrensel ilke işlevi görebilir mi? Ulusal egemenlik ilkesiyle uzlaştırılabilir mi? Bugün karşı karşıya olduğumuz kritik mesele budur.

Bu meseleyi, kitabın, tarihsel açıdan günümüzü değerlendirdiğim ikinci kısmında ele alacağım. Bu bölümde, açık toplumun bir evrensel ilke olarak karşılaştığı kavramsal zorluklardan bazılarını incelemeye çalışacağım. Bu bölüm, yukarıda değindiğim bu kritik meselenin daha pratik bir düzeyde incelenmesi için hazırlık olarak yapılan bir felsefî araştırma niteliği taşıyor.


Evrensel Fikirlerin Geçerliliği

Açık toplum, bir evrensel fikir olarak, özgürlük, demokrasi, hukuk düzeni, insan hakları, sosyal adalet ve toplumsal sorumluluk ilkelerini temsil etmektedir. Ortak bir hedef olarak açık toplumun benimsenmesinin önündeki engellerden biri, evrensel fikirleri kabul etmeme yönündeki hayli yaygın eğilimdir. Bunu vakıf ağlarımı kurduktan sonra fark ettim, açık konuşmak gerekirse, doğrusu bundan dolayı çok şaşırdım. Vakıf ağlarımı kurarken, bu terimi kullanmasalar da, açık toplum ilkelerinden esinlenmiş kişiler bulmakta hiç zorluk çekmedim. Açık toplumla neyi kastettiğimi açıklamam gerekmiyordu: Herkes, bu terimin, içinde yaşadıkları kapalı toplumun karşıtı anlamına geldiğini anlıyordu.

Batı'nın tutumu daha rahatsız ediciydi. İlkin Batı'daki kişilerin bir tarihsel fırsatı daha yavaş farkettiklerini düşündüm; ama sonunda eski komünist ülkelerin geçiş dönemini kolaylaştırmalarında yardımcı olacak bir evrensel fikir olarak açık toplumu gerçekten pek önemsemedikleri sonucuna varmak zorunda kaldım. Soğuk Savaş propagandası beni yanlış yönlendirmişti. Özgürlük ve demokrasi hakkında söylenen bütün o sözler, propagandadan başka birşey değildi.

Sovyet sisteminin çöküşünden sonra, bir ideal olarak açık toplumun cazibesi eski komünist ülkelerde bile yok olmaya başladı. İnsanlar hayatta kalma kavgasına gömüldüler ve başkaları ceplerini doldururken toplumun ortak yararı üstüne kafa yormaya devam edenler, geçip gitmiş bir dönemin değerlerine mi sorusunu kendilerine sormak zorunda kaldılar -aslında, genellikle o değerleri korumaya çalışıyorlardı. İnsanlar evrensel fikirlere kuşkuyla bakmaya başlamışlardı. Komünizm evrensel bir fikirdi ve insanları nereye götürdüğü ortadaydı!

Bunun üzerine, açık toplum kavramını esaslı bir şekilde yeniden değerlendirmeye giriştim. Evrensel fikirlerden kaçınmanın çok sağlam gerekçeleri olduğunu gördüm. Çok tehlikeli olabiliyorlardı -özellikle mantıksal sonuçlarına götürüldüklerinde. Fikirlerin kendi hayatlarının olması, gerçeklikten çok uzaklaşmaları, yine de gerçeklik üzerinde etkide bulunmaları, insan türünün yanılabilir oluşunun göstergelerinden biridir. Ama evrensel değerler olmadan da yapamayız. (Bireysel çıkarların peşinden koşulması da bir evrensel fikirdir. - bu niteliği kabul edilmese de durum değişmez.) İçinde yaşadığımız dünya, bazı yönlendirici ilkeler olmadan anlamlandırılamayacak kadar karmaşıktır. Bu düşünce silsilesi, beni, bir evrensel fikir olarak yanılabilirlik [fallibility] kavramına götürdü ve açık toplum kavramını yanılabilirliğimizin kabulü üzerine inşa etmeye çalıştım.


Aydınlanma

Bu noktada, içinden çıkılmaz zorluklarla karşılaştım. Yanılabilirliğimizin kabul edilmesi, bir toplumu açık kılan faktördü; ama tek başına bir toplumu bir arada tutmak için yeterli değildi. Başka birşey daha gerekiyordu - başkalarını dikkate alma, bazı ortak değerler. Bu değerler, yanılabilirliğimizin kabul edilmesiyle beslenmelidir, ama bu kabulden mantıksal olarak çıkarsanamazlar. Eğer bu mümkün olsaydı, yanılabilirliğimizin kendisi sorgulanır hale gelirdi. Bu da, şu anlama gelir: Bir evrensel fikir olarak açık toplum tam anlamıyla tanımlanamaz; her toplum kendi tanımını üretmelidir, yine de yanılabilirlik ve başkalarını dikkate alma gibi bazı genel ilkeler bu tanımın içinde bulunmalıdır.

Karl Popper, kavramların soldan sağa tanımlanmasına karşı çıkmıştır: "Açık toplum ... şudur" şeklinde bir tanım, ona göre, yanıltıcıdır. Popper, sağdan sola tanım yapılmasını tercih ediyordu: Bir şeyi önce tanımlamak, ardından sınıflandırmak gerekir. Bu yüzden yapıtları "izm"lerle doludur. Yine de Popper'in tavsiyesine uymaya çalışacağım. Kurduğum vakıf ağında, hiçbir zaman açık toplumu tanımlamadık. Eğer tanımlasaydık, organizasyon daha kemikleşmiş hale gelirdi; bu haliyle, esneklik ayırt edici özelliğimiz oldu. Ancak, açık toplum kavramının genel kabul görmesini istiyorsam, bu kavramın ne olduğu ortaya koymam gerekir. Yanılabilirliğimizin kabul edilmesinin, açık toplum ilkelerinin yolunu nasıl açtığını göstermek zorundayım.
Yukarıda işaret etmeye çalıştığım üzere, bu hiç de kolay bir iş değil. Her felsefî argüman ister istemez sonu gelmeyen yeni sorular ortaya çıkarır. Eğer işe sıfırdan başlamaya kalkarsam, pek fazla ilerleme kaydedemem, çünkü kendi ördüğüm anlam ağı içinde hapsolurum. Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum. Bir dönem, kendi felsefemi oluşturmak için ömrümün tam üç yılını harcamıştım, sonuçta başladığım noktaya dönmüş, bir adım ileri gidememiştim.

Şanslıyım ki, sıfırdan başlamak zorunda değilim. Aydınlanma filozofları, özellikle Kant, aklın kurallarından evrensel olarak geçerli buyruklar çıkarsamaya çalışmıştı. Mükemmel olmayan başarıları, yanılabilirlik önermesini doğrulamakta ve argümanım için bir temel sağlamaktadır.
Aydınlanma, daha önceleri egemen olan ahlâkî ve politik ilkelerden ileriye doğru atılmış dev bir adımı temsil etmektedir. O zamana dek, ahlâkî ve politik otorite, kutsal ve dünyevî olan dışsal kaynaklardan devşiriliyordu. Akla, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verme imkânı tanımak, muazzam bir yenilikti. Bu, modern çağın başlangıcıydı. İster kabul edelim, ister etmeyelim, Aydınlanma, politika ve ekonomi hakkındaki fikirlerimizin -aslında dünyaya bakış açımızın- temellerini oluşturmuştur. Aydınlanma filozofları artık okunmuyor -şahsen ben onları okumakta güçlük çekiyorum- ancak fikirleri bizim düşünme şeklimize kazınmış durumda. Aklın egemenliği, toplum ve devletin temeli olarak toplumsal sözleşme fikri, bilimin üstünlüğü, insanlığın evrensel kardeşliği -bunlar, temel temaları arasında yer alıyordu. Aydınlanma'nın politik, toplumsal ve ahlâkî değerleri, Bağımsızlık Bildirgesi'nde hayran olunacak bir açıklıkla ortaya konmuştur ve söz konusu bildirge, bugün de, dünyanını dörtbir yanında insanlar için esin kaynağıdır.

Aydınlanma yoktan var olmadı: Kökenleri , Yunan felsefesine ve daha sınırlı ölçüde (Eski Ahit'in tektanrı geleneğine dayanan) Hristiyanlık'a uzanıyor. Bütün bu fikirlerin, evrensel bir bakış açısına dayandığını unutmamak gerekir -bunun tek istisnası Eski Ahit'tir ki; kitapta, kabile tarihi tektanrıcılıkla birleştirilmiştir. Aydınlanma, geleneği, nihaî otorite olarak kabul etmek yerine, eleştirel incelemeye tâbi tuttu. Geleneksel ilişkilerin yerini toplumsal ilişkiler alabilirdi. Böylece toplumsal sözleşme fikri doğdu. Sonuçlar heyecan vericiydi. İnsan zihninin yaratıcı gücü önünde hiçbir engel kalmamıştı. Yeni yaklaşımın aşırıya götürülmesine şaşmamak gerekir! Fransız Devrimi'yle, geleneksel otorite devrildi ve nihaî karar yetkisi akla tanındı. Aklın bu işe uygun olmadığı görüldü ve 1789 ateşi ve heyecanı 1793 terörüne dönüştü. Fakat, Aydınlanma'nın temel ilkeleri gözden düşmemişti; tam tersine, Napolyon orduları modernitenin fikirlerini Avrupa'nın dört bir yanına taşıdılar.

Modernitenin başarıları göz kamaştırıcıdır. Bilimsel yöntemle inanılması güç buluşlar yapıldı, teknoloji bu buluşları üretken kullanıma sundu. İnsanlık doğa üzerinde egemenlik kurdu. Ekonomik girişimler fırsatları değerlendirdiler, piyasalar arz talep dengelerini sağladı ve hem üretim hem de hayat standartları, önceki çağlarda hayal bile edilemeyecek düzeylere ulaştı.
Bu çarpıcı başarılara karşın, akıl kendisinden beklenenleri, özellikle toplumsal ve politik alanda tam karşılayamadı. Niyetler ile sonuçlar arasındaki uçurum kapatılamadı; aslında, niyetler ne kadar radikal ise, sonuçlar o derecede büyük hayal kırıklıkları yarattı. Kanımca, bu durum , hem komünizm hem de piyasa köktenciliği için geçerlidir -her iki fikir de bilime dayandıklarını iddia eder. Özellikle, mevcut durum ile ilintili olan önemli olan bir tasarlanmamış sonuç durumuna dikkat çekmek istiyorum. Aydınlanma'nın özgün politik fikirleri uygulamaya konunca, ulus-devlet fikrini pekiştirme işlevi görmüştür. Aklın egemenliğini kurmak isteyen insanlar yöneticilere isyan etmişti ve ele geçirdikleri iktidar egemen olanın iktidarıydı. Böylelikle, egemenliğin ulusa ait olduğu ulus-devlet doğdu. Ulus-devlet, ne tür olumlu vasıfları olursa olsun, evrenselci hedeflerden çok uzak bir yapıdır.

Kültür alanında, geleneksel otoritenin gözden düşürülmesi, büyük sanat ve edebiyat yapıtları üreten bir entellektüel canlanma yarattı, ama uzun bir heyecan verici denemeler döneminin ardından, 20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, bütün otoritelere meydan okunmuş ve söz konusu canlılık yok olmaya yüz tutmuştu. Seçenekler yelpazesi öylesine genişlemişti ki, sanatsal yaratım için gereken disiplini sağlayamıyordu. Bazı sanatçılar ve yazarlar kendi özel dillerini oluşturmayı başardılar, ancak ortak zemin artık dağılıp gitmiştir.

Aynı hastalık, toplumunda büyük kesimini etkisi altına almış görünmektedir. Başta Kant olmak üzere Aydınlanma filozofları, aklın evrensel özelliklerine dayanarak evrensel olarak geçerli ahlâk ilkelerini saptamaya çalışmıştı. Kant'ın kendisine biçtiği görev, aklın, ahlâk için, geleneksel, dışsal otoriteden daha iyi bir temel sağladığını göstermekti. Ama modern toplumumuzda, her türlü ahlâkın temelleri ve rasyonel gerekçeleri sorgulanmaktadır. Şu ya da bu türlü bir ahlâkî rehberliğe duyulan ihtiyaç kolay kolay ortadan kalkmamakta; aslında, bugün, bu ihtiyaç karşılanmadığı için, geçmişte olduğundan daha şiddetli hissedilmektedir. Ama o rehberliği sağlayabilecek ilkeler kuşkuyla karşılanmaktadır.

Bir önermenin etkili olması için doğru olması gerekmiyorsa, doğruyu aramanın ne anlamı olabilir? Saygınlık kazandıran, dürüstlük veya erdem değil de başarıysa, dürüst olmanın ne gereği var? Toplumsal değerler ve ahlâkî ilkeler hakkında kuşkular duyulmasına karşın, paranın değeri konusunda kuşkuya hiç yer yoktur. Böylelikle, para, başlı başına bir değer olma rolünü gaspetmektedir. Aydınlanma'nın fikirleri dünyaya bakışımızı belirlemekte, soylu hedefleri beklentilerimizi şekillendirmeye devam etmektedir, ama günümüzün egemen ruh hali, para hırsından başka birşey değildir.

Aydınlanma'nın anladığı biçimle aklı, Aydınlanma'nın kutsal ve dünyevî, egemen dışsal otoriteleri tâbi tuttuğu türden eleştirel bir incelemeye tâbi tutmanın tam zamanıdır. Son iki yüzyıl boyunca akıl çağında yaşadık -bu, aklın sınırları olduğunu keşfetmeye yetecek kadar uzun bir süredir. Yanılabilirlik Çağı'na girmeye hazırız. Böyle bir değişimin sonuçları aynı ölçüde heyecan verici olabilir ve geçmiş tecrübelerden ders çıkarmış olarak, yeni bir çağın başlangıcı için karakteristik sayılabilecek aşırılıkların bazılarından kaçınabiliriz.

Ahlâk Felsefesi

Ahlâkın ve toplumsal değerlerin yeniden inşasına, düşünümsel [reflexive] niteliklerini kabul ederek başlamamız gerekir. Bu, kendi içinde tutarlı bir yaklaşımdır ve deneme-yanılma için geniş alan bırakır. İhtiyaç duyduğumuz türden küresel toplumun yaratılması için, böylelikle sağlam bir temele kavuşuruz.

Kant, kategorik buyruklarını üretirken, öz çıkarını ve arzularını bir yana bırakarak aklın rehberliğinde hareket eden ahlâkî bir eyleyicinin varoluşuna dayanabiliyordu. Böyle bir eyleyici, iradesi dışsal nedenlere tâbi eyleyicinin "heteronomi"sinin tersine, iradenin özgürlüğüne ve otonomisine sahiptir.

* Bu otonom, rasyonel eyleyici, bütün rasyonel varlıklar için geçerli olmaları anlamında nesnel olan koşulsuz ahlâkî yargıları ayırt edebilir. Bütün insanları araç olarak değil, amaç olarak gör; her zaman evrensel yasa çıkarır gibi hareket et; sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran -bunlar kategorik buyruklardır. Söz konusu buyrukların koşulsuz otoritesi, insanların otonom ve rasyonel eyleyiciler oldukları fikrine dayanır.

Mesele, Kant'ın tanımladığı rasyonel eyleyicinin mevcut olmamasıdır. Bir soyutlama süreciyle yaratılmış bir yanılsamadır bu eyleyici. Aydınlanma filozofları, kendilerinin, zamanlarından bağımsız ve engellerden uzak olduğunu düşünüyorlardı, ama gerçekte Hıristiyan ahlâkının ve yerleşmiş toplumsal yükümlülük duygusunun egemen olduğu toplumlarına derinden bağlıydılar. İlişkilerin bireysel çıkar hesaplarına göre yürütüldüğü bir işlemsel toplumu hayal bile edemezlerdi. Piyasa köktencisi hukuk ve toplum araştırmacılarının öne sürdüğü gibi bir sözleşmeyi bozmanın bir fiyatı olduğu fikrini savunmak, referans çerçevelerinin dışındaydı.

Aydınlanma filozofları toplumlarını değiştirmek istiyorlardı. Bu amaçla, dışsal otoritenin buyruklarını değil kendi vicdanının sesini dinleyen, akılla donanmış her türlü bağdan, kayıttan kurtulmuş bireyi icat ettiler. Gerçekten her türlü bağdan kurtulmuş bir bireyin vicdanı olamayacağını gözden kaçırdılar; bu birey olsa olsa tamamen bencil veya ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini hiçbir şekilde kestiremeyen bir kişi olurdu. Görev duygusu, bağlardan kurtulmuş bireye değil, topluma dayanır. Toplumsal değerler içselleştirilebilir, ama kökleri, bireyin mensup olduğu ailede, cemaatte, çevrede ve gelenekte bulunur ve düşünümsel bir biçimde evrim geçirir.

Piyasa ekonomisi, hele küresel ölçekte işlerken, bir cemaat oluşturamaz; bir şirket tarafından istihdam edilmek, bir cemaate mensup olmakla aynı şey değildir -özellikle işletme yöneticileri, diğer bütün değerlendirmeleri bir yana kar güdüsüne öncelik veriyorsa ve birey her an işten çıkarılma riskiyle karşı karşıyaysa. Günümüzün işlem toplumunda insanlar, kategorik buyruklarla yönlendirildiklerini düşünerek hareket etmiyorlar; mahkumun ikileminin bir örneğini oluşturduğu hesaplamalar, davranışlarına daha fazla ışık tutuyor. Kant'ın ahlâk metafiziği, aklın dışsal otoriteyle mücadele ettiği bir çağa uygundu, ama dışsal otoritenin bulunmadığı bugünün koşullarında son derece geçersiz görünüyoruz. Doğru ile yanlış arasında ayrım çizgisi çekme ihtiyacı sorgulanıyor bugün. Bir hareket tarzı istenen sonucu sağlıyorsa, neden doğruyu, yanlışı düşünmek gereksin? Doğruyu aramaya ne gerek var? Neden dürüst olalım? Başkalarını neden dikkate alıp, onlar için kaygı duyalım? Küresel toplumu oluşturan "biz" kimiz ve bizi bir arada tutan değerler neler? Bugün yanıtlanması gereken sorular bunlar.
Ne var ki, Aydınlanma'nın ahlâk ve politika felsefesini, yalnızca büyük hedeflerine ulaşamadığı için, büsbütün gözardı etmek de bir hata olacaktır. Yanılabilirlik ruhu ile, öteki uca savrulmak yerine, aşırılıklarını düzeltmemiz gerekir. Toplumsal değerlere sahip olmayan bir toplum ayakta kalamaz; küresel bir toplumu bir arada tutmak için evrensel değerlere ihtiyaç vardır. Aydınlanma bir dizi evrensel değer önermiştir ve biraz silikleşmiş gibi görünen hatırası bugün hâlâ canlıdır. Aydınlanma'yı bir kenara atmak yerine, güncelleştirmemiz gerekir.

Engellerle Karşılaşan Birey

Aklın yerine yanılabilirlik ilkesini koyarak ve Aydınlanma filozoflarının her türlü engel ve bağdan uzak saydığı bireyi yerine "engellerle karşılaşan birey" kavramını yerleştirerek, Aydınlanma'nın değerleri günümüze aktarılabilir. "Engellerle karşılaşan bireyler" kavramıyla, topluma ihtiyaç duyan, tam bir yalıtılmışlık içinde yaşayamayan, ama Aydınlanma döneminde insanların ayırdına bile varamayacakları kadar hayatlarının ayrılmaz bir parçası olan aidiyetten yoksun kalmış bireyleri kastediyorum. Engellerle karşılaşan bireylerin düşünüşü, içinde bulundukları toplumsal ortamdan, aile ve diğer bağlarından, yetiştikleri kültürden etkilenir, ama onlar tarafından belirlenmez. Bu bireyler, zaman dışı, perspektifsiz bir konumda bulunmazlar. Mükemmel bilgiyle donanmış değildirler, ayrıca kendi çıkarlarının peşinden koşmadıkları söylenemez. Hayatlarını sürdürmek için kavga etmeye hazırdırlar, ama kendi içlerine kapanmış da değildirler. Ne denli iyi mücadele ederlerse etsinler, ölümsüz olmadıklarına göre sürekli hayatta kalmaları mümkün değildir. Daha büyük ve daha kalıcı bir şeye ihtiyaçları vardır, ama yanılabilir varlıklar oldukları için bu ihtiyaçlarının farkına varmayabilirler. Bir başka deyişle, onlar, soyut aklın ürettiği kişiler değil, düşünüşleri hatalı olabilecek, gerçek insanlardır.

Engellerle karşılaşan birey fikrini ortaya koyarak, kuşkusuz, Aydınlanma filozoflarıyla aynı tür soyut düşünceye başvurmuş oluyorum. Onların teorileriyle ilgili deneyimlerimizden yola çıkarak bir başka soyutlama öneriyorum. Gerçeklik bizim yorumumuzdan her zaman daha karmaşıktır. Dünyada yaşayan insanlar çok büyük bir çeşitlilik gösterir: Bir uçta Aydınlanma idealinin pek uzağında olmayan insanlar bulunur, öteki uçta birey olarak davranmayı hemen hemen hiç beceremeyen insanlar vardır. Kuşkusuz, çoğunluk ikinci gruba çok daha yakındır. Engellerle karşılaşan birey kavramı bütün bir çeşitliliği kapsamaktadır.

Asıl mesele, küreselleşmiş bir toplumun engellerle karşılaşan bireylerinin ait olma ihtiyacını hiçbir zaman karşılayamayacak olmasıdır. Küresel toplum hiçbir zaman bir cemaat haline gelemez. Bin bir türlü kültür ve geleneği barındıran küresel toplum, fazla büyük ve çeşitlidir. Cemaat arayanlar başka yerlere yönelmek zorundadır. Küresel toplum her zaman soyut, evrensel bir fikir olarak kalacaktır. Engellerle karşılaşan bireyin ihtiyaçlarına saygı göstermeli, bu ihtiyaçların karşılanamadığını kabul etmeli, ama onları eksiksiz bir şekilde karşılamaya kalkışmamalıdır, çünkü hiçbir toplumsal örgütlenme biçimi bu işlevi yerine getiremez.
Küresel bir toplum kendi sınırlarının farkında olmalıdır. Küresel toplum evrensel bir fikirdir ve evrensel fikirler aşırıya götürülürse tehlikeli olabilir. Özellikle bir küresel devlet, bir küresel toplum fikrini aşırı noktaya taşıyacaktır. Bir evrensel fikir olarak açık toplumun yapabileceği tek şey, küresel toplumu oluşturan milyarlarca bireyin ve çok çeşitli kültürlerin bir arada yaşaması için gerekli kural ve kurumlara bir temel sağlamaktır. Ama bireylerin aidiyet ihtiyaçlarını karşılayacak cemaati sağlayamaz. Yine de, küresel bir açık toplum, piyasa kuvvetlerinin ve ekonomik işlemlerin basit bir toplamından öte bir nitelik taşımalıdır. Bir toplumu bir arada tutabilmek için hem çıkar ortaklığı hem de deney ortaklığı gereklidir. Çıkar ortaklığı kısmen, insanların karşılaştığı ortak sorunlarla, kısmen de o sorunlarla karşılaşan insanlarla yaratılır.
Karşılıklı bağımlılığa dayanan günümüz dünyasında ortak sorunlar bulmak güç değildir. Tahrip edici silahlı çatışmalardan, özellikle bir nükleer savaştan kaçınılması; çevrenin korunması; küresel bir maliye ve ticaret sisteminin devam ettirilmesi: Bu hedeflere karşı çıkacak pek az kişi çıkar. Mesele, bu sorunlarla karşı karşıyayken cemiyeti kurmaktadır.

Aydınlanma, insanların evrensel kardeşliğini, rasyonel eyleyiciyle, engellerle malûl olmayan bireyde temellendirmişti . Rasyonel eyleyici yanılabilen bir varlık olduğu ve evrensel kardeşlik fikirlerinin değil, kendi çıkarlarının peşinden koştuğu için, bu temelin pek sağlam olmadığı ortaya çıktı. Daha sağlam bir temel bulmamız gerekiyor. Ben, onun yerine, yanılabilen eyleyiciyi, engellerle karşılaşan bireyi koymayı öneriyorum. Ortak yanılabilirliğimize, ahlâkımıza ve -kabul etmemiz gerekir ki- bencilliğimize dayanan minimal bir insanlık kardeşliği söz konusudur. Bireyler olarak eksiğiz, bir topluma ait olmamız gerekiyor. Artık ekonomi küresel hale geldiğine göre, küresel bir topluma ihtiyaç duyuyoruz.

Bireysel çıkarlara göre öncelik tanınması gereken birtakım ortak çıkarlar olduğunu kabul etmeksizin bir toplum sahibi olamayız, ama yanılabilirliğimiz söz konusu ortak çıkarların neler olduğunu bilmekten korumaktadır. Dolayısıyla, ortak çıkarlarımızın neler olduğunu görüş birliğine varmamızın ve onlara nasıl erişeceğimizin yollarını gösterecek kurallara ihtiyacımız var. Bu da, uluslararası hukuk ve uluslararası kurumlara duyduğumuz ihtiyacı gündeme getirir. Buradan küresel devletin gerekliliği fikrine varamayız, ama ulusal egemenliğin uluslararası ortak çıkarlara tâbi olması gerektiği sonucuna varırız: Ortak çıkarların neler olduğu hakkında karar vermenin çok zor olduğunu kabul ederek, bu kararlar mümkün olan en aşağı düzeyde alınmalıdır. Söz konusu düzey ne kadar düşük tutulursa, bireyin kişisel çıkarlarının karşısında ikinci planda sayacağı bir cemaat yaratmak o kadar kolaylaşacaktır; ama bir cemaate mensup olma gönüllülük ilkesine -yani, devlet dahil her düzeyde uygulanması gereken bir evrensel ilkeye- dayanmalıdır.

Açık Toplumun İlkeleri

Bütün bu hazırlık açıklamalarından sonra, artık açık toplumla neyi kastettiğim anlatmaya geçebilirim. Açık toplum, koşul ve ortam dışı bir kavram sayılabilir. Zaman üstü, evrensel olarak geçerli ilkeler ile tarihin şu anında bir açık toplumun neleri kapsadığının zamanla sınırlı, özgül bir betimlemesi arasında bir ayrım yapmaya çalışacağım. Tabiî ki, farklı dönemler, toplumlar ve bireyler de, evrensel ilkelere farklı tanımlar getirebilirler. Benim yapacağım tanım, çeşitli özgürlükleri, insan haklarını, hukuk düzenini ve toplumsal sorumluluk ve sosyal adalet duygusunu içerecektir.

Düşünce ve ifade özgürlüğü ile tercih özgürlüğü, doğrudan doğruya yanılabilirliğimizden çıkarsanabilir: Mutlak doğru erişemeyeceğimiz bir şey olduğu için, insanlara kendi adlarına düşünme ve kendi tercihlerini yapma özgürlüğünü tanımak zorundayız. Kavrayışımızın kusurlu olması, hiçbir mutlak doğru olmadığı anlamına gelmez; tam tersine, yeterli bilgiye ulaşamamız, bir inanç unsuruna ihtiyacımız olduğunu gösterir. Açık toplumun din aleyhtarı hiçbir tavrı yoktur. Ama din kendisine inanmayanlar üzerinde baskı kurmaya kalkarsa, açık toplumun ilkeleri zedelenmiş olur.

Düşünce özgürlüğü eleştirel düşünmeye olanak tanır, tercih özgürlüğü de piyasa mekanizmasının işlemesini sağlar. Her ikisi de kişiler arası işleyen süreçlerdir; düzgün işlemelerini güvence altına almamız hepimizin yararınadır.

Bireysel insan hakları, kendi varlığının bilincinde olan, düşünen eyleyiciler olmamızdan ve otonom kararlar verebilme yeteneğimizin bulunmasından çıkarsanabilir. İnsan hakları fikri, Hıristiyanlık'ın insan ruhu fikrinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Ne var ki, farklı insan haklarının birbiriyle çatışabileceğini de kabul etmemiz gerekir. Örneğin, kadın hakları, ceninin haklarına karşı konumlanabilir. Ben insan haklarını, insanın düşünen bir eyleyici olması öncülüne dayandırdığım için, bu tartışmada hangi tarafın haklarına öncelik verilmesi gerektiği konusunda hiçbir kuşkum yok; ama argümanlarını insan ruhuna dayandıran, dolayısıyla karşı tarafı öne çıkaran kişiler de var. Bu konu, bugün ABD'de görüş ayrılıklarına, kamplaşmalara neden olmaktadır. Farklı toplumlar farklı gelişme aşamalarındadır ve gelişmeleri farklı biçimler alabilir.

Dolayısıyla, insan haklarının hayata geçirilmesi konusunda toplumlar arasında farklıllıklar görülmesi doğaldır. Daha az gelişmiş toplumların yöneticileri, kendi ülkelerinde daha düşük standartların geçerli olması gerektiğini savunuyorlar. Yaşam koşulları söz konusu olduğunda sözlerinde haklılık payı bulunabilir, ama düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda aynı şey söylenemez. Kendi başlarına düşünebilenlerin insan haklarının, azgelişmiş ülkelerde, gelişmiş demokrasilerde olduğundan daha büyük bir kıskançlıkla korunması gerektiği kanısındayım, çünkü o ülkelerde kıt olmalarından kaynaklanan fazla değerleri vardır.

'Sosyal ve ekonomik özgürlükler'e ve onlara tekabül eden insan haklarına -örneğin, aç kalmama özgürlüğüne ya da karnını doyurma hakkına- bütünüyle kuşkuyla yaklaşıyorum. Hakların uygulamaya konması gerekir; ekonomik hakların uygulamaya konması görevi de devlete düşecektir, bu da, devlete ekonomide fazla büyük bir rol verme anlamına gelir. Eğer devlet ekonomik ihtiyaçların karşılanmasında en etkili aktör olsaydı, bu konuda daha az itiraz yöneltmek gerekirdi. Ama bu argüman denenmiş ve iflas etmiştir. Ben, sosyal adaleti doğrudan doğruya açık toplumun ana ilkelerinden biri haline getirerek yoksulluğu azaltma ihtiyacını ilke olarak benimsemeyi tercih ediyorum. Bu yaklaşım, sınırları aşmak gibi bir üstünlüğe sahiptir. Küresel kapitalizmde tek tek devletlerin yurttaşların refahını gözetmek açısından sınırlı yeteneğe sahip olduğunu göz önüne almalıyız, ama zenginlerin yoksulların yardımına koşması yerinde olacaktır; dolayısıyla sosyal adalet uluslararası bir meseledir.
Sosyal adalet tam anlamıyla eşitlik demek değildir; çünkü böyle bir yaklaşım bizi komünizme geri götürebilir. Ben, Rawls'un sosyal adalet kavramını tercih ediyorum. Rawls'a göre, toplam servette bir artışın en dezavantajlı kesimlere de belli bir yarar getirmesi gerekir. Buradaki "belli bir yarar"ın anlamını her toplumun, kendisi için tanımlaması gerekir ve bu tanım zaman içinde değişir. Ama "daha düzgün bir oyun sahası"nın yaratılması, kuşkusuz, uluslararası kurumların hedefleri arasına girmelidir. Bu düşünceyi 12. Bölüm'de geliştireceğim. Pekiyi mülkiyet hakları üzerine ne söylenebilir? İnsan haklarına benzer bir temel ilke olarak kabul edilmeli midir? Bu soruya iki türlü de yanıt verebilirim. Özel mülkiyetin bireysel özgürlük ve otonomi için temel değer taşıdığı ve açık toplumun ayrılmaz bir parçası olduğu konusunda en küçük bir kuşkum yok; ama bütün hakların yükümlülükler getirdiğine de inanıyorum. Bu, mülkiyet hakları için olduğu kadar insan hakları için de geçerlidir; mülkiyet söz konusu olduğunda haklar ve özgürlükler aynı kişiye aitken, insan haklarında, hak sahibi birey ile bu hakka saygı göstermesi gereken otoriteler arasında bariz bir ayrım vardır. Mülkiyeti özgürlükler ve haklar arasında sayabiliriz, ama madalyonun öbür yüzünü unutmamız gerekir: Örneğin veraset vergisi gibi çeşitli vergilerin ödenmesinde tezahür eden toplumsal sorumlulukları unutmamız gerekir.
Mülkiyeti özgürlükler ve haklar arasında sayabiliriz, ama madalyonun öbür yüzünü unutmamız gerekir: Örneğin veraset vergisi gibi çeşitli vergilerin ödenmesinde tezahür eden toplumsal sorumlulukları unutmamız gerekir.

Genel olarak bakıldığında, haklar ile yükümlülükler arasında sürekli olarak çatışma yaşanır; dolayısıyla, bu konuda uzlaştırıcı çözümler sağlanması ve bunların her zaman yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Isaiah Berlin, farklı toplumsal değerler arasındaki bu olası çatışmayı "değerler çoğulculuğu" olarak nitelemiştir. Uzlaştırıcı çözümlerin nereden bulunacağı, ilk ilkeler temelinde belirlenemez, ama bir toplumun açık ve özgür sıfatlarını hak etmesi için bu ilkelere saygı gösterilmesi gerekir. İnsanlar deneme-yanılma yöntemiyle öğrendikleri için, görüşlerinin zaman içinde evrim geçirmesi çok doğaldır, ama hiçbir toplum, mensuplarının çoğunun kabul edilebilir sayacağı bir sosyal adalet anlayışı olmadan uzun süre ayakta kalamaz.

Ne var ki, bir açık toplum, ilk temel ilkelerinin böyle göreceli bir tanımıyla yetinemez, çünkü çoğunluğun (veya ırkçı Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, bir azınlığın) tahakkümü açık toplumun oluşmasına engel teşkil eder. Serbest seçimlere dayanan bir demokrasi bu açıdan yeterli değildir; azınlık haklarının korunmasıyla sistem tamamlanmalıdır. Bu hakların neler olduğu da, toplumdan topluma farklılık gösterecektir. Ben, açık toplumun temel ilkelerinin son ilkesi olarak hukuk düzenini saymıştım. Bu liste kuşkusuz eksiksiz değildir; yalnızca, açık toplumun ilkelerini oluşturan fikirler grubuna işaret etmektedir. Tarihin şu anında, bu ilkeler, bir açık toplumun özgül koşullarına dönüştürülebilir? Vakfımın başkanı Aryeh Neier, yedi koşul önermiştir:

* Düzenli,serbest ve âdil seçimler;
* Özgür ve çoğulcu medya;
* Bağımsız yargının koruduğu bir hukuk düzeni;
* Azınlık haklarının anayasal güvence altında olması;
* Mülkiyet haklarını gözeten, dezavantajlı kesimlere sosyal güvenlik şemsiyesi ve fırsatlar sağlayan bir piyasa ekonomisi;
* Çatışmaların barışçıl çözüme kavuşturulması konusunda kararlılık;
* Yolsuzlukları engellemeye yönelik, işleyen bir yasal düzen.

Başkaları da başka listeler oluşturabilir. İlgi çekici nokta şudur: Bu ölçütlere az çok uygun ülkeler olmasına karşın, küresel toplum bu ölçütlere uymamaktadır. En büyük eksiklik, uluslararası hukuk düzeninin yerleşmemiş olmasıdır; barışın korunmasına yönelik en temel düzenlemelerden bile yoksunuz.

Bu düzenlemelerin tam olarak ne şekil alacağı, ilk ilkelerden çıkarılamaz. Gerçekliği yukarıdan aşağıya yeniden dizayn etmek, açık toplumun ilkelerini çiğnemek anlamına gelecektir. Bu, yanılabilirlik ilkesinin rasyonellikten ayrıldığı noktadır. Yanılabilirlik ilkesi, ortak çıkarın ne olduğunu bilmediğimiz anlamına gelir. Yine de, yanılabilirlik ve engellerle karşılaşan birey, küresel bir açık toplumun temel kurallarının saptanması için akıl ve engellerle karşılaşmayan bireyden daha iyi bir zemin sağlamaktadır.

Bireye değer vermeye dayanan ahlâkî bir kod ve saf akıl Batı kültürünün ürünleridir; başka kültürlerde benzerlerine rastlamak güçtür. Örneğin, Konfüçyüs etiği, aile ve ilişkilere dayanır ve Batı'dan ithal edilen evrensel kavramlarla pek uyuşmaz. Yanılabilirlik ilkesi, geniş bir kültürel farklılıklar yelpazesine olanak tanır ve engellerle karşılaşan birey kavramı ilişkilere gereken değeri verir. Batı entelektüel geleneği, dünyanın diğer ülkelerine evrensel değerler adına katı bir şekilde empoze edilmemelidir. Batı'nın temsilî demokrasisi, açık toplumla uyumlu tek yönetim biçimi olmayabilir.

Yine de, genel kabul gören birtakım evrensel değerler olmalıdır. Açık toplum tanımı gereği çoğulcu olmalıdır, ama çoğulculuk arayışını, doğru-yanlış ayrımı yapılamayacak kerteye de götürmemelidir. Hoşgörü ve ılımlılık da aynı şekilde aşırıya götürülebilir. Tam olarak neyin doğru olduğu, yalnızca deneme-yanılma yöntemiyle bulunamaz. Tanım zaman ve mekâna göre değişkenlik gösterebilir, ama herhangi bir mekân ve zamanda belli bir tanım olmalıdır.
Aydınlanma, ölümsüz doğrular arayışına dayanıyordu, oysa açık toplum, değerlerin düşünümsel ve tarih içinde değişime açık olduğunu kabul eder. Kolektif kararlar, aklın yol göstericiliğine dayanılarak alınamaz; ama kolektif kararlar alınmadan da toplumsal hayatı sürdüremeyiz. Neyin doğru, neyin yanlış olduğundan emin olamadığımız için yasalara ihtiyacımız var, dolayısıyla bu yasalara açık birer biçim vermek zorundayız. Kendi yanılabilirliklerini kabul eden ve kendi hatalarını düzeltecek mekanizmalar sağlayan kurumlara ihtiyaç duyuyoruz.
Küresel bir açık toplum, temel ilkelerini benimseyen insanlar olmadan kurulamaz. Açık toplumun kurulup yerleşebilmesi için, insanların açık toplumu arzu edilir bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak kabul etmesi gerekir. Bugünün dünyasında eksik olan unsur da budur. Yanılabilirlik ve düşünümsellik evrensel koşullardır. Eğer bu koşullar, küresel ölçekte ortak çıkarların tanınmasıyla bir araya getirilirse, yeryüzündeki bütün insanlar için ortak bir zemin oluşturabilirler.

Küresel bir açık toplum söz konusu zemin olacaktır ve yanılbabilirliğimizin kabul edilmesi, evrensel kavramların beraberlerinde getirdikleri açmazların bazılarından kurtulmamıza yardımcı olabilir. Tabiî ki, açık toplumun da kendine has kusurları vardır, ancak eksikleri vaatlerin çokluğundan değil, azlığından kaynaklanmaktadır. Daha net bir ifadeyle söylersek, açık toplum, özgül kararlar için bir reçete sağlamayacak kadar genel bir kavramdır. Kurallar tümdengelimsel bir akıl yürütmeyle saptanamaz. Bütün sorunlara çözüm bulabilseydik, bu, yanılabilirlik ilkesiyle çelişirdi. Bütün soruların yanıtlarını bildiklerini iddia edenler, olsa olsa kapalı bir toplum yaratırlar. Aynı şekilde, ortak çıkarın ne olduğunu bilmememiz, ortak çıkarın varlığını yadsımak için bir gerekçe olarak kullanılamaz. Daha özgül olarak, bireysel çıkarların peşinde koşulmasının ortak çıkarın güvencesi olduğu fikri, çekici, ama yanlış bir fikirdir.
Ortak çıkarların korunması ve geliştirilmesi için kurumlar oluşturmalıyız, üstelik bu kurumların kusursuz olamayacaklarını daha işin başında çok iyi biliyoruz. Bu kurumlara, ortak çıkarın değişen algılamalarına değişme kapasitesini de kazandırmamız gerekiyor- kurumların ataleti göz önüne alınırsa, bunun ne kadar zorlu bir iş olduğu da kolayca anlaşılır. Bütün bu koşullar, ancak kesintisiz bir deneme-yanılma süreciyle yerine getirebilir.

Açık toplum ilkeleri etrafında bir mutabakat yaratmak mümkün müdür? Bunlar soyut, felsefî ilkelerdir ve yanılabilirlik ilkesi, inançlarımızın aklın yol göstermesiyle oluşmadığı anlamına gelmektedir: Dolayısıyla, söz konusu ilkeleri sadece açıklayarak -benim bunları açıklamaktaki yetersizliklerimi bir yana bırakalım- genel kabul görmelerini sağlamak olanaksızdır. Bunun için bir başka şeye daha ihtiyaç vardır. Ortak çıkarın özel çıkarlar karşısında üstünlük sağlaması için, insanların ortak bir dava uğruna heyecanlanlanmaları, coşku duymaları ve bu dava etrafında birleşmeleri gerekir.

Kapalı bir toplumda bu gerçekleşebilir, çünkü özgürlük özlemi, farklı çıkarları bulunan insanları birleştiren ortak bir noktadır. Bir açık toplumda böyle bir şey olabilir mi? Kendi kendime şu soruyu sormak zorunda kaldım: "Eğer kapalı bir toplumun, insanın sağlığı açısından ne denli tehlikeli olduğunu çok erken bir yaşta öğrenmemiş olsaydım, açık toplum idealine bu kadar yürekten bağlı olur muydum?"

Kendi ülkemde, Macaristan'da, bir fikir olarak açık toplumun zafer kazanmasına tanık oldum. Rejime karşı olan herkes vakfım etrafında birleşti. Vakıf muhafeletin çok çeşitli renklerini barındırıyordu -vakıf da, fonlar herhangi bir denetim söz konusu olmaksızın doğru şekilde kullanıldığı için, bir anlamdaonların desteğiyle ayakta duruyordu- ama rejim yıkılır yıkılmaz, çeşitli muhalif gruplar birbirine karşı cephe aldılar. Zaten demokrasinin gereği de budur. Sorun şuydu: Kapalı bir topluma karşı muhalefette birleşen çeşitli gruplar, birbirleriyle mücadele ederken artık açık toplumun ilkeleriyle hareket etmiyorlardı. Bu tecrübeden aldığım dersle, açık toplumun -daha önceleri yalnızca belli belirsiz sezdiğim- bir kusurunu net bir şekilde anladım. Bütün insan ürünleri kusurlu olduğu için açık toplum kavramının da kusurlu olduğunu tabiî ki biliyordum, ama bu soyut bir argümandı; burada somut bir tecrübeyle karşı karşıya gelmiştim.
Sorunu formüle etmekte güçlük çekiyordum. Olası bir yaklaşım, açık toplumun düşmanlara ihtiyacı olmasıdır. Karl Popper kitabının adını Açık Toplum ve Düşmanları koymuştu. Ben de, piyasa köktenciliğine saldırarak fiilen yeni bir düşman icat ediyordum. Cemaatleri düşmanlar inşa eder: Surlarla çevrili şehirleri de, o şehirlerde yaşayan insanları da yaratan, aslında düşmanlarıdır. Bu, açık toplumun bir cemaat olmadığını, yalnızca, mensuplarının bireysel çıkarlarına göre öncelikli ortak fikirlere sahip olabilecek cemaatlerden oluştuğunu söylemenin bir başka yoludur.

Bu, küresel bir açık toplum yaratmaya çalışırken karşılaştığımız karmaşık sorunları gündemimize getirmektedir. Cemaatler, ötekinin dışlanması üzerine inşa edilir, oysa açık toplum küresel ölçekte kapsayıcı olmayı hedeflemektedir.

Açık topluma pozitif bir içerik vermek mümkün müdür, yoksa her zaman bir başka şeye karşı konumlanması mı gerekir? Allahtan her zaman mücadele edilecek bir şey bulunmaktadır:
Yoksulluk, hastalıklar, çevre sorunları gibi... Düşmanın bir rakip devlet olması gerekmez. Ama karşısında birleşebileceğimiz bir ortak düşman bulmadıkça, ulus-devletlerin birbirlerine karşı mücadele ettiği bölünmüş bir dünya varlığını sürdürecektir. Egemen devlet düzeyinde birleşmeyi becerdik. Bugün dünyada, hukukun üstünlüğüne ve başka devletlerin egemenliğine saygı ilkesine dayanan demokratik devletler var. Şimdi bu meseleyi küresel ölçekte çözmemiz gerek.

Çözüm devlet düzeyinde bulunamaz: Küresel bir devlet, özgürlük için tek tek farklı devletlerden daha büyük bir tehdittir. Soyut bir çözüm üretmemiz de söz konusu olamaz. Bu, açık toplum ilkeleriyle çelişecektir. Dolayısıyla, şu andaki durumu analiz etmemiz gerekir. Kitabın ikinci bölümünde bu yapılmaya çalışılacaktır.

http://www.osiaf.org.tr/images/basin/pdf/AcikToplumIdeali_GeorgeSoros.pdf

Anayasa ve demokrasi yeter bize

“Hoşgörü 500 yıl önceydi, artık hepimiz Türküz ve eşitiz” diyen Ovadya, şöyle devam ediyor: Anayasa ve demokrasi yeterli benim için, bunun dışında benim başka bir şeye ihtiyacım yok Ben misafir değilim, ben yabancı değilim, tıpkı sizin gibi bu ülkenin bir vatandaşıyım Tek isteğimiz de bunun böyle kabul edilmesi ve bize genellemeler yapılmaması

SORU-CEVAP’IN KONUĞU TÜRK MUSEVİ CEMAATİ BAŞKANI SİLVYO OVADYA

Türk Musevi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya’yla İsrail’i, Hamas’ı, Gazze’de yaşanan vahşeti ya da Davos olayını özellikle konuşmadık. Bu söyleşide Peres yok! Olmert yok! Meşal yok! Abbas yok! Ne İsrail, ne Filistin halkı; bu kez sadece biz varız. Bizim burada kendi yaşadıklarımız, kendi aramızda konuştuklarımız, kendi kendimize ettiklerimiz ve tabii bir de kendi Yahudilerimiz var. O yüzden lütfen bu sohbeti bir tür “ev hali” gibi kabul edin. Hani kardeşler arasında sesi en az çıkanlardan birinin, bir gün kalkıp içini dökmesi gibi… Üstelik anlattıkları sadece kendisi değil; belki de daha fazlası biziz:
- Önce soralım: “Yahudi” mi, “Musevi” mi; hangi ifadeyi kullanmamızı tercih edersiniz?
Bizim için hiçbir tercih yok. Sonuçta bütün dünya lisanlarına baktığınız zaman tek bir kelime var; İngilizce’de “jew”, Fransızca’da “juif”, Almanca’da “jude”. Şimdi tabii bazıları “Biri din, biri ırk” diyecektir, ama şahsen ben Yahudiliğin bir ırk olduğuna inanmıyorum, Yahudilik sadece bir dindir. Bir Kuzey Afrika Yahudi’siyle bir Norveç Yahudi’si birbirine benzemez. Bir Türk Yahudi’si ne İsveçli Yahudi’ye benzer, ne de Afrikalıya… Hâlbuki görüyorsunuz, mesela Hintliler nerede yaşarsa yaşasın hepsi birbirine benzer.
- Yani bu kelimelerden hangisi ilk aklımıza geliyorsa onu kullanmamızda bir sorun yok, öyle mi?
Hayır, hiç fark etmez. Ama tabii şunu da söyleyeyim: Bizim cemaatin gazetesi Şalom, 1984’te daha gençlerin eline geçti ve bir anlamda sahip değiştirdi. Musevi kelimesi Musa’dan gelme anlamında, hep sanki daha kibarlık olsun gibi kullanıldığından Şalom, o dönemde ısrarla “Yahudi” kelimesini kullanmaya başladı.
- Bir tepki olarak mı?
Tabii, “Pis Yahudi”, “Korkak Yahudi”, “Cimri Yahudi” gibi küçültücü ifadelerden gocunmayan gençler bilinçli olarak, sırf bunun üzerine gitmek için özellikle “Yahudi” ifadesini kullandılar. Çünkü biliyorsunuz, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde bile bu tabirler yer almış, ama sonra zamanla azalmıştır.
- Tamam, o zaman biz de “Yahudi” diyelim; nedir 21 Aralık’tan bu yana Yahudi cemaatinin hissiyatı?
Herkes tedirgin tabii, ama bu da ilk kez olmuyor. Ne zaman Ortadoğu’da bir savaş çıksa tüm dünyada antisemitizm daha fazla körüklenir. Bunun da birinci sebebi dünyada tek bir Yahudi çoğunluklu devletin olması. Eğer birden fazla Yahudi kökenli devlet olsaydı böyle olmazdı. İkinci sebep de bir İsrailliyle bir başka ülkenin vatandaşı olan Yahudi’nin çoğu zaman ayırt edilememesi. Türkiye’de yaşadığımız sorun da bu zaten. Bizi hep İsrail’in bir parçası olarak görüyorlar.

YAHUDİLERİN İSRAİL’LE BAĞI SADECE DİNSEL
- Peki nedir İsrail’le aranızda kurduğunuz bağ?
Dinden dolayı bir sempati var. Nasıl Türkiye’de birçok kişinin Filistin’e veyahut Suudi Arabistan’a büyük sempatisi var, bu da aynı onun gibi… Ama bunun ne utanılacak, ne de başka bir ters tarafı var. Sonuçta Yahudi çoğunluklu tek ülke. Orada herkesin akrabaları yaşıyor. Kaldı ki şunu da söyleyeyim: Az önce belirttiğim aşağılayıcı tabirlerin dünyada daha az kullanılır hale gelmesi İsrail devletinin varlığıyla gerçekleşmiştir. Oradaki Yahudi imajının yükselmesiyle İsrail dışındaki Yahudilerin imajı da düzelmiştir. O zaman da elbette kendiliğinden, insanın doğası gereği bir sempatiniz gelişiyor, ama bu da bizim İsrail’in bir parçası olduğumuz anlamına gelmiyor.
- Orada bir “Genelleme” hatası var yani?
Evet, bizim bütün derdimiz zaten o. Yoksa İsrail’in politikasını herkes eleştirebilir, ona saygımız var, ama İsrail aleyhine başlayan her konuşma birden “Kahrolsun Yahudiler”e dönüşebiliyor. Biz işin o İsrail kısmıyla ilgilenmiyoruz, ama Yahudi kısmıyla ilgileniyoruz. Çünkü dinimize hakaret edilmesini istemiyoruz. Ve bunu da en iyi Müslüman kardeşlerimizin anlayacağını düşünüyoruz.

EN AĞRIMIZA GİDEN BİZE “YABANCI” DENMESİ
- Psikolog Leyla Navaro’nun Radikal’e yazdığı çok yankı uyandıran yazısında da, Şalom’da çıkan son yazılarda da hep bir sükut-u hayalden söz ediliyor; cemaat neyin sükut-u hayalini yaşıyor?
Bakın, yabancı gazete veya ajanslardan açıp bize “Nedir sizin en önemli sorununuz” dediklerinde “Türkiye’de bizim hiçbir zaman ne dini ibadet gibi bir sorunumuz olmuştur, ne de başka konular için olmuştur” diyoruz. Tabii ki bazı kısıtlamalar olabilir, mesela bir Yahudi büyükelçi hiç gördünüz mü ya da Yahudi bir subay... Ancak bizim sükut-u hayalimiz başka: Siz askerliğinizi yapıyorsanız, gereken tüm vatandaşlık ödevlerinizi yapıyorsanız, Türk kültürüyle yoğruluyorsanız ve Türkçe dilini kullanıyorsanız “Ya bu adam da burada yabancı” dendiği zaman işte o bizim çok ağırımıza gidiyor.
- Dışlanmak mı?
Hayır, dışlanmak değil bu, yabancı olarak kabul edilmek. Mesela ben daha evvel bir sitede oturuyordum, geldi sitenin yöneticisi, gayet iyi niyetli bir şekilde “Siz Türkçe’yi ne güzel konuşuyorsunuz” dedi. Teşekkür ettim falan, ama yani şimdi bu İstanbul’un içinde olan bir olay. Düşünün benim Türkçe konuşmama hayret ediyor. Ne konuşacaktım ki, ben Türküm. Ama yapacak bir şey yok tabii, varsın hayret etsin.

TÜRK OLMAKTAN GURUR DUYUYORUM
- Yani bu 500 yıllık misafirlik bir türlü bitmedi mi diyorsunuz?
Hayır, ne yazık ki bitmedi. Yurt dışına çok seyahatim oluyor, hiçbir sorulduğu zaman da kimliğim için ben “Türküm” dışında bir şey kullanmıyorum. Kaldı ki ben Türk olmakla gurur da duyuyorum. Bundan hiçbir kaçacak tarafım yok. Evet, belki kendi isteğimle bu topraklarda doğmamış olabilirim, ama kendi isteğimle burada yaşıyorum.
- Galiba zaten Türk Yahudileri için hep bütün diyasporada ülkesine en sadık millet denir, değil mi?
Aslında genelde öyledir, çünkü bir kere bu bizim dinimizde var. Dualarımızın arasında “Yaşadığın ülkenin kanuna sadık kalma” duası vardır ve bizim için önemli bir duadır. Elbette ki bugün çok büyük bir sayı olmayabiliriz, Türkiye’de toplasanız 23 bin Yahudi’yiz. Ama günü geldiği zaman Türkiye’nin menfaatleri için gereken her türlü şeyi yapıyoruz ve daha da yapmaya hazırız.
- Mesela?
Mesela yurtdışında Türkiye’nin yararına olabilecek her türlü münasebetin kurulmasında biz varız. Ve bu her parti, her hükümet için geçerli. Yeter ki Türkiye’nin menfaati olsun. Hatırlayın, 1974’teki Kıbrıs ambargosunun kalkması için giden sanayici grubunun başında Sayın Jak Kamhi vardı, 35 sene zarfında da hep Türkiye’ye hizmet etti. Yahudi cemaatinde de böyle hareket edenler çoktur.

NE HOŞGÖRÜ NE LOZAN, BİZ HUKUK VE DEMOKRASİ İSTİYORUZ
- Hâl böyleyken ikide bir “500 yıl önce sizi biz kurtardık” diye hatırlatılınca da herhalde can sıkıcı oluyordur?
Tabii ki can sıkıcı. Düşünün, Jak Kamhi’nin kurucu başkanı olduğu 500. Yıl Vakfı’nın 1992’de yaptığı bazı açıklamalar bile cemaatimizi rahatsız etmişti. Belki sempatik bir yaklaşımdı, ama “Türk devletine hoşgörüsü için şükran” lafı incitti bizi. Elbette 1492’deki Türkler Yahudilere büyük hoşgörü gösterdi ve Yahudiler buna elbette şükran duyuyor. Ama bu 1492 yılı için geçerliydi, bugün için artık geçerli değil. Ben bugün hoşgörü istemiyorum. Burası benim vatanımsa kim, niye bana hoşgörü göstersin ki? Siz de aynı hakka sahipsiniz, ben de aynı hakka sahibim. Yani Lozan anlaşması olmasaydı ne olacaktı? Bugün Fransız Yahudileri veya İngiliz Yahudileri Lozan anlaşması var diye mi sinagoga, Yahudi okuluna gidiyorlar? Hayır, onların Lozan’ı yok, hoşgörüleri falan da yok, ama demokratik hakları olduğu için adam Fransa’da 110 tane Yahudi okulu açıyor.
- Yani aslında siz de Lozan’la değil, Türkiye’nin anayasasıyla korunmak istiyorsunuz, öyle mi?
Evet, anayasa ve demokrasi yeterli benim için, bunun dışında benim başka bir şeye ihtiyacım yok. Ben misafir değilim, ben yabancı değilim, tıpkı sizin gibi bu ülkenin bir vatandaşıyım. Tek isteğimiz de bunun böyle kabul edilmesi ve bize genellemeler yapılmaması.
- Neden hep “genelleme” diyorsunuz da “ırkçılık” demiyorsunuz?
Hayır, ben kimseye “ırkçı” diyemem. Bizim tek sorunumuz çoğunluğun sayıca az olanı kendinden görmemesi ve ona yönelik çok yanlış genellemeler yapması. Yoksa Türkiye’nin tamamında bir antisemitizm olduğuna biz kesinlikle inanmıyoruz. Şu son haftalarda Türk-Müslüman vatandaşlardan o kadar çok pozitif e-mailler geldi ki... Biz dinen de, kültür olarak da Türklükte antisemitizmin yeri olmadığını biliyoruz.
- Peki bu genellemeleri kırmak için sizce ne yapmak lazım?
Herkesin yapacağı bir şeyler var, ama ben bizim yapmamız gerekeni söyleyeyim: Türkiye’deki Yahudilerin en önemli sorunları kendilerini tanıtamamak. Tabii 20 bin kişinin 71 milyona kendini tanıtması o kadar da kolay değil. Düşünsenize Yahudilik hakkında pozitif düşünmeyen bazı kültürlü kişiler bile Yahudi arkadaşlarına “Ama sen başkasın” der. Şimdi o kişi tanıdığı Yahudi’yi pozitif görüyor, ama kalanı için görüşünü değiştirmiyorsa demek ki bizim de kendimizi çok daha fazla tanıtmamız lazım.

İLK KEZ BU DOZDA BİR HAVA OLDU
- Cumhurbaşkanı Gül İsrail-Filistin arasındaki savaş için dini değil siyasi dedi; destek vermek adına Navaro’yu aradı; Gül’ün bu tür tutumları sizi rahatlatıyor mu?
Cumhurbaşkanımızın özellikle bunun bir din savaşı olmadığını vurgulayan açıklaması bizim için çok önemliydi, ama sadece onun değil, Başbakanımızın da, Sayın Babacan’ın da, Sayın Çiçek’in de ortalığı yatıştırmaya yarayacak tüm açıklamaları bizi rahatlatıyor.
- Peki bu son bir aydır Başbakan’a hiç gücendiğiniz oldu mu?
“Ben antisemitizme karşıyım” demesi çok faydalıydı, ama tabii ki bazı söylemleriyle hemfikir olmayabiliriz. Eminim özel olarak değil, bir bütünün parçası olarak bu şekilde bir politika benimsedi, ama o politikanın bazı yerlerinden ne yazık ki biz zarar gördük. Hele de bazı konuların daha fazla din eksenine alınmasına tabii ki kırıldık. Yoksa siyasi söylemler elbette her şekilde olur, ama o söylemi sokağın nasıl algılayacağını da hesaba katmak gerekmiyor muydu?
- Siz kaç yaşındasınız?
54.
- Türkiye’de bu dozda bir havayı daha önce hiç hatırlıyor musunuz?
Hayır, bu dozda hiç hatırlamıyorum. Mesela iki sene evvel de Lübnan meselesi vardı, o zaman da stadyumlarda “Kahrolsun Yahudiler” diye bağıranlar olmuştu, ama böyle yoğun bir dönem hiç olmamıştı. Belki de seçimlerin etkisiyledir, fakat siyasal söylemin destek vermesi özellikle bazı çevrelerde işi daha fazla antisemitizme dönüştürdü diye düşünüyoruz.

YA TİMES MEYDANINA KURAN’DAN AYET ASSALARDI…
- Sokağın durumu sizi nasıl etkiliyor?
Onu Leyla Navaro çok güzel yazmış, “Bana söyler misiniz din hanemde Yahudi yazdığı için mi bu ülkede bir günde düşman hanesine sokuldum, saldırılacaklar, tehdit edilecekler listesine dahil edildim.” Yani şimdi o meydanlardaki bazı çok aşırı konuşmalara dikkat ederseniz bu var. O da inanılmaz bir şekilde tedirginlik yaratıyor tabii. Bu şu ana kadar gerçekleşmemiş olabilir, ama gerçekleşebilir mi, tabii ki olabilir, çok zor değil böyle bir şey.
- En çok nelerden rahatsız oldunuz mesela?
Mesela “Bu senin kitabında yok”, “Sen Musa’nın çocuğu olamazsın” yazılı bilboardlar din eksenli olduğu için bizi incitiyor. Üstelik bu ilanlar önce bilboardlardaydı, şimdi binaların üzerine giydirilmeye başlandı. Düşünün, 11 Eylül’de ikiz kuleler havaya uçtuktan sonra Times meydanına Kuran’dan bir ayet konsa, altına da “Sen ne biçim Müslümansın” diye yazılsa, önünden her geçişinizde siz rahatsız olmaz mıydınız?

ESNAF SOKAK KAPATILMASINA KIZMAKTA HAKLI
- Günlük hayatınızda neler oluyor; mesela bir aydır sinagoga daha mı az gidiyorsunuz?
Bizim gözlemimiz sinagoglarda yüzde 20 gibi bir azalma olduğu, ama bu geçici bir şey. Daha az ortalıklarda görünmek gibi bir tercih haliyle oluyor, fakat şunu da söyleyelim: Bir aydır hiçbir fiziksel saldırıyla karşılaşmadık. Ayrıca İstanbul Emniyeti bütün sinagogları inanılmaz bir güçle koruyor.
- Yani alınan tedbirler açısından içiniz rahat mı?
Hatta aşırılığa bile kaçıyor ve o da tepkiye neden oluyor. Mesela Emniyet sinagog var diye bir sokağa girişi kapattığı zaman oradaki esnaf ne yapıyor, dev bir Filistin bayrağı asıyor. Haklı da, çünkü esnaf inanılmaz zor şartlar altında iş yapıyor. Bu güvenliğin azaltılması için bizim İstanbul Emniyet Müdürü’yle bir görüşmemiz oldu, o da “Bizim işimizi bize öğretmeyin” dedi. Tabii onlar da haklı. Sonunda içinde Yahudilerin de olduğu bir grup esnaf imza topladı, vilayete verdi. Çünkü haklılar.
- Hutbelerle ilgili bir girişiminiz oldu mu?
O konuda gerek İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı, gerek de Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu’nun çok pozitif yaklaşımları var. Şöyle söyleyeyim, iki hafta evvel beni Sayın Bardakoğlu bizzat kendisi aradı, özellikle Cuma hutbesinde milleti sağduyuya çağıran bir hutbe okunacağını söyledi. Ve bizim talebimizle de değildi bu.

OKULDA TEKBİR
- En ciddi rahatsızlığı ne zaman yaşadınız?
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan bir dakikalık saygı duruşunda. Okullarda nelerin olabileceğini düşününce gerçekten çok rahatsız olduk. Üstelik akabinde de Gazze’yle ilgili bir resim ve bir kompozisyon yarışması düzenleniyordu. Yani “en kanlı resim, en iyi resim olacak” demekti ve bu da 7 yaşındaki çocuklardan itibaren yapılacaktı. Biz hemen o akşam birkaç AKP’li milletvekili dostumuzla görüştük. Onlar Sayın Bakanı aradılar ve hemen geri çekildi.
- Hiç okullarda yaşanan tatsız bir olay kulağınıza geldi mi?
Tabii, mesela çok da başarılı olan bir Yahudi çocuk teneffüse çıktığında iki üç öğrenci yanına gelip tekbir getiriyor. Üstelik bu da yabancı tedrisatla eğitim yapan bir okulda oluyor.
- Peki biz şöyle bir şey duyduk doğru mu; bir sinagogu koruyan polis ekibine siz yemek vermişsiniz, ama bazıları “Biz Yahudi yemeği yemeyiz” diye almamış?
Doğru, oldu bu, ama olabilir. Sonra galiba görev yerleri değiştirildi, ama böyle düşünmeleri tabii ki üzücü oldu bizim için.

BİZ 2 BİN YIL ÖNCE DE ANADOLU’DAYDIK
“Biz sadece 500 yıldır burada değiliz. Antakya Yahudi cemaati Anadolu’ya geleli iki bin yıl oluyor. İzmir’in Sardis harabelerinde sinagogun yaşı iki bin. 1453’ten önce İstanbul’a Romanyotlar (Bizanslı Yahudi) vardı. Orhan Gazi 1300’lerde Bursa’yı aldığı zaman oraya ilk önce Yahudileri yerleştirdi. Balat’taki Ahrida sinagogu da 1300’lerde yapılmıştır. 500 yıl evvel de gelip sığınmışlar tamam, ama akın akın da tıp doktoru, mühendis gelmiş o zaman. Osmanlı’nın yükselme devrine çok önemli katkıları olmuş. Yani 500 yıl retoriğinin dışında da söylenecek şeyler var.”

YAHUDİ LOBİSİ İNTİKAM HİSSİYLE HAREKET ETMEYECEK
- Sizce ABD’deki Yahudi lobisinin Ermeni soykırımı karar tasarısına ilişkin engelleme eğilimi artık değişecek midir?
Geçtiğimiz gün ülkemizin önemli gazetelerinden birinde bir köşe yazarı, “Yahudi kuruluşları bu politik tutumdan dolayı intikam alacak” diye yazdı. Tabii ki bu tamamen yanlış bir görüş. Çünkü bu kuruluşların başında olanlar diplomat veya politikacı gibi hareket eden insanlardır, intikam hissiyle hareket eden kişiler değildir. Aksi halde zaten yanlış yapmış olurlar.
- Lobi temsilcileriyle görüştünüz mü hiç?
O yazıdan sonra birkaçıyla görüştüm, böyle bir şeyin mevzu bahis olmadığını söylediler. Menfaatler doğrultusunda her zaman için Türkiye’ye yakınlıkları vardır ve her şekilde de yine menfaatler doğrultusunda çalışmalarını sürdüreceklerdir.
- Sizce soykırım tasarıyla ilgili sonuç ne olacak?
Bilmiyorum, ama her ne olacaksa Obama öyle istediği için olacak; Yahudi lobisinin etkisiyle değil. Amerika’yı o lobi mi yönetiyor? Hayır yönetmiyor, sadece fikirlerini ifade ediyor.

15 MİLYON YAHUDİ 6 MİLYARLIK DÜNYAYI YÖNETEBİLİR Mİ?
- Zihinlere takılı bazı “genellemeler” var. Eğer o genellemeleri şimdi burada tekrarlamamızı hakaret olarak addederseniz hemen geçelim, ama yanıtlamanın bir faydası olacağını düşünürseniz soralım:
Buyurun, elbette sorabilirsiniz.
- “Yahudiler yabancılara gülmez, selam vermez, içe kapanıktır.”
Bunun yanıtı aslında yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar gibi bir şey. Çünkü aslında cemaatimiz böyle değil, ama tabii çok da benimsenmediği için bu hale gelmiş olabilir. Kaldı ki bu denilen belki 40 sene evvel daha doğruydu, ama bugün artık hepimizin evine girip çıktığı birçok Müslüman arkadaşımız var.
- “Hangi taşın altını kaldırsan bir Yahudi çıkar, her olayın arkasında Yahudiler vardır, dünyayı onlar yönetir.”
Dünyada yanılmıyorsam 6 milyar insan yaşıyor, kaçı Yahudi biliyor musunuz; 15-16 milyonu. Bunun 5-6 milyonu Amerika’da, diğerleri de dünyaya dağılmış durumda. Sizce bu mümkün mü? Akla yatıyor mu?
- “Bir tane bile fakir Yahudi yoktur.”
İstanbul’da sadece 20 bin Yahudi olmamıza rağmen bir düşkünler yurdumuz var. Ayrıca yardım ettiğimiz aile sayısı en az 250-300. Ve açlık sınırındalar. Bilmem bu yanıt tatmin eder mi?
- “Her Musevi aynı zamanda Siyonist’tir.”
Ne ilgisi var, Siyonist ise zaten gidip İsrail’de yaşıyor. Aksi halde bu aynı ünlü Armand Hammer’ın durumuna benzer. Adam ABD’nin hem en büyük komünistiydi hem de en zenginlerinden biri. Bugün Siyonizm idealini İsrail dışında yaşamak demek de aynı “kapitalist ülkede komünizm istemek” gibi, “salon sosyalistliği” gibi bir şeydir.
- “Her Yahudi masondur.”
Türkiye’deki mason teşkilatında kimlerin olduğu bellidir. Belki yüzde 1’i o derneğin üyesidir veya değildir. Yani demek ki bu genelleme de yanlış.
- “Her Yahudi aktif ya da pasif MOSSAD elemanıdır.”
Yani herkes ajan olarak ortada dolaşıyor öyle mi? Bunu gerçekten düşünen var mıdır? Tek bir yanıt vereceğim; bu çok acıklı, kötü ve üzücü bir düşünce.

NEREDEYSE ERGENEKON’U DA BİZE MAL EDECEKLER
- Geçenlerde “Tuncay Güney’in haham olduğunu sanmıyorum” diye bir açıklama yaptınız; çok mu rahatsız oldunuz bu görüntüden?
Bütün cemaat olarak çok rahatsız olduk, çünkü neredeyse artık Ergenekon da Yahudilere mal edilecek duruma geldi.
- Güney’in haham olmadığını neye dayanarak söylüyorsunuz?
Birincisi bir insanın sonradan Yahudi olması çok zordur. En az 3-5 senelik bir eğitimden geçmesi gerekir. Yahudi din adamı olmak ise ondan da zordur. En az beş senelik özel bir süreç gerekir. Bu olaya bakıyoruz, bu süreçler geçerli değil. İkinci olarak burada Yahudi olduğunu söyledi bu zat, ama bizim kayıtlarımızda öyle biri yok. Üçüncüsü Kanada’yı araştırdık, oradaki dini otoritelerin kabul ettiği bir yerde değil, yarı soysal yarı dini bir yerdeymiş. Şimdi böyle bir profilin kendini haham olarak göstermesi bizi son derece rahatsız etti.

SİLVYO OVADYA KİM?
Türk Musevi Cemaati Başkanı ve Türkiye Hahambaşı Müşaviri Silvyo Ovadya, 1955 İstanbul doğumlu. İTÜ-Elektronik Mühendisliği Bölümü mezunu. Askerliğini Kıbrıs’ta yedek subay olarak yaptı. 14 yıl Şalom gazetesinin genel yayın yönetmeni, daha sonra da cemaatin basın sözcüsü olarak çalıştı. Son beş yıldır cemaatin başkanı. Bu yılın sonunda büyük bir olasılıkla görev süresi dolacak olan Ovadya sanayici, evli, iki çocuk babası ve bir Fenerbahçe taraftarı.

http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=guncel&KategoriID=&ArticleID=1054326&Date=02.02.2009&b=Anayasa%20ve%20demokrasi%20yeter%20bize