İnsanlığı Etkileyen ve Dünyaya Yön Veren Uygarlıklar
İNSANOĞLU
İnsan, yaratılmışların en mükemmeli olan varlık. İnancımıza göre, ilk insan, insanlığın atası Hz. Adem’dir. Dolaysıyla insanoğlu,düşünce ve inanç olarak olmasa bile, biyolojik olarak kardeştir. İnsanın yaratılışı, çeşitli inanç ve kültürlerde, küçük farklılıklarla hep aynı şekilde anlatılır. Kuşlar, balıklar, sürüngenler, karada yaşayan memeli türleri, böcekler, sinekler ve saymakla bitmeyecek kadar çok canlı türü, nasıl kendine has özellikler taşıyan türlerse, bir canlı olarak insan türü de kendine has özellikleri olan bir canlı türüdür. Ancak, insanoğlunu diğer tüm canlı türlerinden farklı kılan özelliği, akıl nimetine sahip bulunması ve buna bağlı olarak da, düşünebiliyor olmasıdır. Yaratıcı, bütün canlılar arasında bu özelliği sadece insanoğluna vermiştir. İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran ikinci farklılığa gelince, Tanrı insana kendinden de bir parça vermiştir. İnsanoğlundaki, yaratıcıya ait olan parça ruhtur. Bu özellik, İslam inancında, Allah’ın kullarına şah damarından daha yakın olduğu şeklinde ortaya çıkar. “…Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”[1] Bu husus Tevrat’ta; “Rab Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu”[2] denilerek belirtmiştir. Hatta Tek tanrılı dinlerin, şu an için bilinen en eski kaynağı diyebileceğimiz (ki tarih olarak Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’dan çok daha eskidir) Naakal Tabletlerinde (Bilinen en eski yazılı kaynaklardan birisi) de insanoğlunun yaratılışının yedi aşamada gerçekleştiği anlatılıyor. Bu aşamalardan yedincisi insana can verilmesi aşaması olarak belirtiliyor. Bu tabletlerde yazılı yedinci aşama veya emir, bu tabletleri okuyan James Churchward tarafından şöyle açıklanıyor:
“İnsanı kendi biçimimizde yapalım ve onu yer yüzüne hükmetme gücüyle donatalım. O zaman Narayana, evrendeki her şeyin yaratıcısı yedi başlı zeka, insanı yarattı ve onun bedenine yaşayan ve yok olmayan bir ruh yerleştirdi ve insan, zihinsel kuvveti bakımından Narayana gibi oldu. Böylece yaratılış tamam olmuştu. [3]
KÜLTÜR, MEDENİYET, UYGARLIK
Bu sözcükler, zaman zaman geniş ve dar anlamlar yüklenilerek kullanılmaktadır. Çoğu zaman ise, karıştırılarak birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Biz ilk önce, belirleyici olması nedeniyle, Türk Dil Kurumu tarafından bu sözcüklere yüklenilen anlamlara bakalım:
KÜLTÜR:
1- “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin.”
2- “Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü.”
3- “Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi.”[4]
MEDENİYET:
1-“Uygarlık”[5]
UYGARLIK:
1- “Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, medeniyet.”[6]
Yukarıdaki tanımlara baktığımızda, kültür, medeniyet ve uygarlık sözcüklerinin hepsinin de, bir millet, bir topluluk, bir halk, bir ülke için söylendiğini görüyoruz. Oysa biz, gerçek durumun bundan farklı olduğunu düşünüyoruz. Bizim düşüncemize göre, sırasıyla; kültür, medeniyet ve uygarlık birbirinin bir alt veya bir üst kademesini oluşturmaktadır.
Kültür sözcüğünün tanımı gerçek durumla hemen hemen aynıdır diyebiliriz. Ancak, yukarıdaki tanımda, Arapça asıllı bir sözcük olan Medeniyet sözcüğü, tek sözcükle “uygarlık” olarak tanımlanmıştır. Medeniyet sözcüğünün Arap toplumunda “kentli” anlamında kullanıldığı, hatta yine bu sözcüğün “Medine” kentinden kaynaklandığı, ya da Medine kentinin “medeniyet”ten , hareketle, “kentlilik” anlamında bu ismi aldığı konusunda açıklamalarla karşılaşılmaktadır. Böyle olunca, “medeniyet” sözcüğü, “uygarlık” sözcüğünü karşılamamaktadır diye düşünüyoruz. Bize göre medeniyet sözcüğünün anlamı, yukarıda açıklanan “uygarlık” sözcüğünün anlamına daha yakındır. Çünkü, bu tanım daha yereldir. Bütün insanlığı kapsamamaktadır.
Düşüncemize göre, insanoğlu, yaratıldığından bugüne kadar, yaşadığı en küçük birimlerde kendine has kültürleri oluşturdu. Millet olma safhasından itibaren medeniyetler kurmaya başladı. Bu medeniyetleri, tüm insanlığı etkileyecek şekilde büyütüp, dünyaya yayarak uygarlıkları meydana getirdi. Burada medeniyet yerine başka bir sözcük de konulabilir, sadece aradaki farkı belirlemek için. Konuya böyle bakınca, şu sıralamayı yapmak mümkün gözüküyor:
Kültürler : Yerel ortamlarda oluşturuldu, kenti, ülkeyi ve milleti kapsadı.
Medeniyetler : Millet olarak ülke bazında oluşturuldu. Yakın çevresini etkiledi.
Uygarlıklar : Ülke bazında oluşturulan medeniyetler yaygınlaştırılarak, bütün dünyayı veya insanlığın çok büyük bir kısmını etkiledi. “Uygarlık” sözcüğünün kökenine bakacak olursak, karşımıza Büyük Uygur İmparatorluğu çıkacaktır. Bu sözcüğün de “Uygur” sözcüğünden türediği anlaşılacaktır. Bilindiği gibi Büyük Uygur İmparatorluğu, Asya ve Avrupa’nın tamamına yakınını kapsamaktadır. Bu hakimiyet, hiç şüphesiz reddedilemeyecek bir kültür, medeniyet ve uygarlık sayesinde oluşturulabilmiştir. Ön-Türkler dönemine baktığımızda karşımıza çıkan tablodan, Uygur imparatorluğunun ulaştığı, dolayısıyla da meydana getirdiği uygarlığı yaydığı alanları daha net olarak görebiliriz. İnsanlığın anavatanı Mu kıtasından başlayıp, Uygur imparatorluğu ile devam eden ve bütün kuzey yarım küreyi kapsayan Türk kültür ve uygarlık coğrafyası üzerinde titizlikle araştırmalar yapılmalı ve önyargılı batı merkezli tarihçiliğin safsataları boşa çıkarılmalıdır.
Uygur İmparatorluğunun etki alanı aşağıdaki haritada net olarak görülmektedir.
İnsanlığı etkileyecek kadar büyük bir uygarlığın temsilcisi olan Uygur İmparatorluğu hakkında, ünlü araştırmacı J. Churchward şu tespiti yapıyor:
“Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. M.Ö.1000'li yıllardaki Çin efsaneleri, Uygur'ların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.”[7]
“J. Churchward’ın “Yaradan’ın Kuş Sembolleri”ne ilişkin tespiti, yaratıcı gücün sembollerinin yayılma alanlarını göstermesi açısından çok önemlidir. Aynı sembollerin Pasifik adalarında, Kuzey Amerika’da, Orta Amerika’da Mısır'da, Meksika’da ve Asya’da bulunması çok önemlidir. Bundan da önemlisi, bu sembollerin Uygurlar Tarafından yapıldığının tespit edilmesidir.”[8]
Etnologların, bazı önyargılı bilim çevrelerini memnun etmek istercesine, insanlığın geçmişini sınıflandırdığı malumdur. Bu sınıflandırmalar, gen bilimi ilerledikçe tamamen boşlukta kalacaktır. Ancak bu durumu, yaptığı araştırmalarda önyargısız ve tarafsız davranan bilim insanları yıllarca önce görmüşler ve tarihe not düşmüşlerdir. İşte yapılan bir tespit:
“Uygurların tarihi, Arilerin tarihidir Etnologlar Arilerle hiç ilgisi olmayan bazı beyaz ırkları Ari olarak sınıflandırmışlardır. Halbuki onlar tamamen başka bir koloni hattına mensupturlar.”[9]
Görüldüğü üzere, bugün Türk varlığını hazmedemeyen ve Türkiye’de Türk yoktur yaygarasını koparanların belli amaçlara hizmet ettikleri anlaşılmaktadır. Türkiye’de Türk yoksa, Balkanlar’da Türk yoksa, Avrupa’da Türk yoksa, bu coğrafyada konuşulan Türkçe ve Türkçe kökenli sözcükler buralara nasıl gelmiştir? Ta o zamandan bir imparatorluk kültürüne sahipti Uygurlar. İmparatorluk kültürü ise, çeşitli milletleri bir arada sorunsuz ve adil olarak yaşatabilme kültürüdür diyebiliriz. Fransız bilim insanı Jean Paul Roux, konuyu “Türklerin Tarihi” adlı kitabında, Türklerin hiçbir zaman ırkçı davranmadıklarını, karşılaştıkları her milletle karıştıklarını, büyük bir çekim gücüne sahip olan dilleri sayesinde herkesle kaynaştıklarını ve onları Türkleştirdiklerini vurgular. Aynı durumu, Rus bilim insanı Gumilev’de, Türkçe’nin bir ticaret dili olduğunu, ipek yolunda kullanılan dilin Türkçe olduğunu, ticaret yolu üzerindeki çeşitli halkların bu nedenle hızla Türkleştiklerini vurgulayarak teyit etmektedir. Buradan hareketle, Türklüğün; Türk milleti tarafından hiçbir zaman, etnik bir kavram olarak algılanmadığı sonucuna varabiliyoruz. Türklük, bir ırkın adı olmakla beraber, tüm dünyayı kucaklayan bir uygarlığın mensuplarının da adı olduğu için, aynı zamanda da “kültürel” bir kavramdır denilebilir. Bu nedenle olsa gerek ki, J. P. Roux, “Türklerin Tarihi” adlı kitabında, “Türkler üzerine çalıştığım uzun yıllar boyunca bana hep ‘Neden Türkler?’ diye sorulmuştur. Göreceğimiz gibi, Türklerle evrensel tarihi kucaklıyoruz” demiştir.[10] Bu durum bize, gün geçtikçe yerleşmekte olan, “Tarih Türklerle başlar” düşüncesinin haklı çıkacağını göstermektedir. Biz sözü yine tarafsız ve önyargısız davranabilen bilim insanlarına bırakalım:
“Sonuç olarak, çok eski çağlardan kalma bir Hindu belgesinde nakledildiği gibi, Uygurlar Hazar Denizinin batı ve doğu kıyıları üzerinden Avrupa’nın içlerine doğru yayılmışlar, buradan da sınırlarını Orta Avrupa’dan hareketle batı ucuna, İrlanda’ya kadar genişletmişlerdi.”[11]
Aynı konuyu işleyen başka bir kaynağa dönecek olursak, İskandinav efsanelerinden Snorre’nin (Snorri Sturlesson.) “Edda”sında geçen şu satırların, batı merkezli, önyargılı tarih anlayışını kökünden sarstığını görürüz:
“Turkland’da (Türk ülkesinde) on iki krallık ve bir krallar kralı vardı. Kentte on iki bey vardı.Bu beyler yiğitlikte her bakımdan dünyanın gelmiş geçmiş bütün diğer erkeklerinden daha üstündüler. (…) O kralların soyundan Odin, arkasında genç yaşlı,kadın, erkek kalabalık bir grupla dünyanın kuzeyine doğru yola çıktı. Hangi ülkede, nereden geçerse geçsinler haklarında övgüyle söz ediliyordu. Onların insandan çok Tanrılara benzedikleri söyleniyordu. Saxland’a (Saksonya) gelinceye dek durmadılar. Odin burada uzun bir süre konakladı ve buraların büyük bir bölümünü egemenliği altına aldı. Ülkenin korunmasını üç oğluna verdi. Birincisinin adı Vegdeg idi. Çok güçlü bir kraldı. Doğu Saksonya’ya hükmediyordu. Odin’in oğullarından bir diğerinin adı Beldeg idi. O bizim şimdi Vastfalen dediğimiz ülkenin sahibi oldu. (…) Odin’in üçüncü oğlunun adı Sige’ydi. Onun oğlu Rere’ydi. Bu aile de şimdi Frankland (Fransa) dediğimiz ülkeye egemen oldu. İşte Volsungar (Volsoğulları) adıyla anılan hanedan bunlardan geliyor. Odin daha sonra yolunu kuzeye doğru sürdürdü ve Reidgodfaland’a (Danimarka’da Yurtland) geldi. Burayı oğlu Sköld’ün korumasına bıraktı. Sköldsungar (Sköldoğulları) soyu da bunlardan geliyor. Onlar Danimarka kralları oldular. Odin kuzeye doğru yolunu sürdürdü. Bugün Svitjod (İsveç) dediğimiz ülkeye geldi. Oranın kralının adı Gylfe idi. Aslav denen Asyalıların geldiğini duyan Gylfe hemen davrandı; Odin’e baş eğerek ülkesinin egemenliğini sundu. Nereden geçseler bu mutluluk sürdü ve buralara mutlu yıllar ve barış geldi. (…) Her yere Türk geleneklerine uygun ve eskiden Truva’da var olana benzer adalet getirdi. Daha sonra kuzeye doğru yola çıktı. (…) Bugün Norveç denen bu yere de oğlu Saming’i kral yaptı. Haleygja anlatısında belirtildiği gibi, bütün Norveç kralları , ve vezirleri ve diğer büyük adamlar onun soyundan türemişlerdir. (…) Asyalıların dili bütün bu ülkeler içinde konuşulan dil oldu.”[12]
Odin kuzeyli halklar arasında o kadar büyük bir üne sahip oldu ki, geçen uzun zamanlardan sonra, efsanelerinde onu Tanrılaştırdılar. Sümer tanrıları hakkında yaptığımız yorumu burada kısaca tekrarlayacağız. Batı merkezli tarihçiğin ısrarla vurguladığı, “çok Tanrılı” toplumlar sadece bir safsatadadır. Yunan medeniyetinin Tanrıları olarak sunulanlar da, Sümer uygarlığının Tanrıları ve Tanrıçaları olarak sunulanlar da, o ülkenin ve halkların yöneticilerinden başka bir şey değildir. Pek çok eski kaynakta, ölen kral veya kraliçe için “Tanrılaştı” tabiri kullanılmıştır. Bu da gösteriyor ki, iddia edildiği gibi, “çok tanrılı” dinler ve toplumlar (kesin bilgilere ulaşılamadığı için karanlık çağlar hariç) olmamıştır. İnsanoğlu her zaman tek bir Tanrının varlığını kabul etmiştir ve ona göre yaşamıştır. Bu bağlamda, Odin’in Tanrılaştırılması serüveni de diğerlerinin aynıdır. O güçlü, hayranlık uyandıran, korkulan, sevilen, adil bir kraldır. Zaman geçip de onun özelliklerini taşıyan insanlar kalmayınca, Odin için de, Tanrıya ulaştı, Tanrıya kavuştu anlamında “Tanrılaştı” denmiştir. Bugünkü batı merkezli tarihçiler ise, adı geçen toplumların Odin’i Tanrı olarak kabul ettiklerini söylerken büyük bir yanılgı içerisindedirler.
İşte bir başka kaynakta Odin hakkında yazılanlar:
“Odin, (eski İskandinav dilinde "Óðinn") İskandinav mitolojisinde ve paganizminde en büyük tanrıdır. Germen mitolojisi'nde bulunan Woden ve Wodanaz ile benzerlikler gösterir.
Adı "tahrik", "hiddet" ve "şiir" anlamına gelen óðr'dan gelmektedir. İskandinav panteonundaki diğer birçok ilahi varlık gibi karmaşık bir rol üstlenir; savaş ve bilgelik tanrısıdır. Ayrıca büyü, zafer ve av tanrısı olarak bilinir. Güneş ve Kelt haçı ile sembolize edilir. Odin: (Alfadir ,Allfather (Herkesin Babası)) Tanrıların babası; Asgard'daki salonu Valaskjalf'da (Katledilmişlerin Korunağı) tahtı Hlidskjalf bulunur. Bu tahttan dokuz diyarda olan tüm olayları gözler. Ayrıca yeryüzüne ve gökyüzüne hakimdir, gerektiğinde kartala dönüşebilir. Odin'in sadece güneş gibi parlayan tek bir gözü vardır. Diğer gözünü Bilgelik Kuyusundan içebilmek için feda etmiş ve sonsuz bilgi elde etmiştir. Habercileri Valkyrie’ler ölü savaşçıların ruhlarını Valhalla’ya taşırlar. İngilizcedeki Wednesday (Çarşamba) günü Woden's Day (Odin'in Günü) den gelmektedir.
Simgeleri, hiç hedefini ıskalamayan mızrağı Gungnir, her dokuzuncu gecede yeni sekiz yüzüğü ortaya çıkran yüzüğü Draupnir ve sekiz ayaklı atı Sleipnir'dir. Sleipnir suda ve karada gidebilir ayrıca iki kuzgunu vardır. Bu kuzgunlar ona dünyadan haberler getirir. Kuzgunlardan birinin adı Huginn (düşünce) ve diğerinin adı Muninn'dir (hafıza).Ayrıca yanında Freki ve Geri adında iki tane kurt eşlik eder.”[13]
Aynı kitabın bir başka sayfasında ise halen birileri tarafından tartışma konusu yapılmaya çalışılan Truva hakkında net bilgiler veriliyor:
“Dünyanın ortasının yakınlarında bizim Turkland (Türk ülkesi, Türkiya, Türkiye) dediğimiz yere, en gösterişli yapı yapıldı ve yurt kuruldu. Buraya Troja (Truva) denildi. (…) Orada on iki krallık ve bir krallar kralı vardı. Her krallığa bir bölge düşüyordu. Kentte on iki bey (aşiret reisi) vardı. Bu beyler yiğitlikte her bakımdan, dünyanın gelmiş geçmiş bütün diğer erkeklerinden çok daha üstündüler.”[14]
Snorre’nin Edda’sında anlatılanlarla, yukarıdaki kaynakta anlatılanlar, dikkatle bakıldığında birbirinin aynıdır. Her iki kaynakta, Odin’in hangi kültür ve uygarlığa ait olduğunu açıkça göstermektedir. Bu konuların tamamen açığa çıkması için gerekli olan tek yaklaşım bilime saygıdır. Bu yapıldığı taktirde, dünyanın bilinmeyenleri hızla bilinenlere dönüşecektir.
Şimdi aşağıya alacağımız bölümü yazmadan önce, bu bölümün yazarının kimliği ve kişiliği hakkında kısaca bilgi aktaralım. Hakkında bilgi vereceğimiz kişi, “İsveççe’nin Türkçe ile Benzerlikleri” adlı kitabın yazarı Prof. Sven Lagerbring’tir. Şimdi onu tanıyalım:
“Sven Lagerbring kimdir?
Sven Lagerbring (1707-1787): Güney İsveç’te doğdu. Lund Üniversitesinde okudu. 1741’de Lund Akademisi sekreteri, 1742’de tarih profesörü oldu. 1748, 1755 ve 1769 yıllarında Lund Üniversitesi rektörlüğünü yürüttü ve 1769’da asalet verilerek Lagerbring adını aldı.İsveç tarihi alanında modern eleştirel tarih araştırmasının babası sayılır. En önemli eseri dört ciltlik İsveç imparatorluğu Tarihi’dir.. Lund Üniversitesi Tarih Enstitüsünün ilk tarih profesörüdür ve o nedenle enstitünün logosunda onun bir resmi vardır. Üniversite bahçesinde büstü dikilidir, salonlarında tabloları asılıdır. (…) Lagerbring için sonucu ne olursa olsun gerçeğin kendisi önemliydi. Tarih güvenilir olmalıydı. Aynı zamanda insanı insan yapacak öğretileri elden ele ulaştırmalıydı.”[15]
İsveççe’nin Türkçe ile Benzerlikleri” adlı kitabın yazarı Prof. Sven Lagerbring’i kısaca tanıdık. Bu gerçeklere değer veren bilim insanı, adı geçen eserinin V. Bölümünde bakın neler anlatıyor:
“Bizim atalarımız Oden’in yoldaşları Türklerdir. Bu konuda elimizde yeterli belge var. Onları Traklar ya da Getler olarak göstermek isteyenler var. Böyle düşünebilirler. Eleştirme gereği duymuyorum. Tersine, kişisel olarak, bu açıklanan tanıklıklara güveniyorum. Çünkü bunlar da aslında Türklerle bir serüveni olan halklardır. Dürüst ve hatta asil kişilerin de, liderlerimizin rahatlıkla, atalarımızı Türkler ve Göçerler olarak göstermelerine öfke duyduklarını duydum. Onlar bu kökeni yeterince şerefli bulmuyorlar. Bir tarihçinin en önde gelen rehberi ve amacı gerçektir: Bu şekilde onur kazanmak çok daha iyidir. Kendini ve yandaşlarını yalanlarla kandırmak, işte bu tuhaf bir şerefsizliktir. Bir de, kim Türklerin öteki halklardan daha az şerefli bir halk olduğunu söyleyebilir? Eğer şeref sağlayan koşullar olarak zaferler ve ülke fetihleri gösteriliyorsa ki, olan kabaca bu, Türkler ve Tatarlar kadar bu koşulları yerine getiren fazla halk yoktur. (…) Onur verici olup olmadığı endişesi olmadan söyleyelim, Oden ve yanındakiler Türktüler.”[16]
İşte gerçeğin sesi budur. Önyargılı batı merkezli tarihçilik anlayışına vurulan bu tokattan herkesin ders alması gerekir. Çünkü, bugün çıkarları gereği tarihi ters yüz ettiklerini sananlar, yarın-öbür gün ortaya belge ve bilgiler çıkınca utanırlar. Bu gerçek bilim insanı, kitabının VII: bölümünden başlayarak, XII: bölümün sonuna kadar 27 sayfalık bölümde de, İsveç’çe ile Türkçe’nin benzerliklerini bilimsel verilere dayanarak anlatmış. Türklüğü yok sayma hastalığına yakalanmış bütün bilim adamları buyursun incelesinler. Halep oradaysa, arşın burada.
Kitabın çevirisini yapan ve yayına hazırlayan Sayın Abdullah Gürgün’de, kitabın 92. sayfasında, “İskandinavya’da Runik Yazı” başlığı altında değerli açıklamalarda bulunmuş. Burada dikkati çeken en önemli açıklama ise, “Futhark diye de adlandırılan 3.500 yazılı kaya vardır” bölümü. Hatırladığımız kadarıyla, Türk araştırmacı Turgay Kürüm, bu 3.500 yazılı kayadan biri olan ve üzerinde runik harflerle yazılmış bir yazı ile bir savaşçı ve iki de köpek resmi olan, Möjbro taşını Türkçe olarak okumuştu.
Möjbro taşı
İNSANLIĞI ETKİLEYEN UYGARLIKLAR
Yukarıdaki açıklamalardan sonra, dünyaya yön veren ve insanlığı etkileyen uygarlıkları kısa başlıklar halinde sıralayalım:
1-Mu uygarlığı
2-Uygur uygarlığı
3-Atlantis uygarlığı
4-Maya, İnka, Aztek uygarlığı
5-Sümer uygarlığı
Bu uygarlıkların tarih sırasına göre başlangıç ve bitiş tarihlerini göz önüne aldığımızda, bunlardan sonra, aynı büyüklükte etkileyici başka uygarlıkların henüz kurulamadığını görürüz.
1-Mu uygarlığı:
Mu uygarlığı, Pasifik okyanusunda yer alan ve insanoğlunun bir türlü belleğinden silemediği büyük Tufan sonucunda batan Mu kıtasında kurulmuştu. Kuruluşu yaklaşık 60 bin yıl öncesine tarihlenen bu uygarlık, gücünün zirvesinde iken, bundan yaklaşık 14 bin yıl önce büyük tufan neticesinde yok olmuştur. Bu uygarlık için, insanlığı etkileyen en büyük uygarlık diyebiliriz. Mu Uygarlığını dini ve mitolojik kimliğinden sıyırıp, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kişinin J. Churchward olduğu bilinmektedir.
“Niven ve Churchward'in bulduğu tabletler dışında Mu'ya ilişkin diğer bilimsel belgeler ise şunlardır:
-Yukatan'da hazırlanmış eski bir Maya kitabi olan 'Troano El Yazması'. Bugün British Museum'da bulunmaktadır.
-Troano El Yazmasıyla aynı yaşta olan bir başka Maya kitabi 'Cortesianus Kodeksi'dir. Bugün Madrid Ulusal Müzesinde bulunmaktadır.
-Paul Schlieman tarafından Tibet'te bir Budist tapınağında bulunan 'Lhasan Belgesi'.
-Yukatan'da Mu kıtası anısına inşa edilmiş Uxmal Tapınağı. Bu tapınakta 'Geldiğimiz yer olan Batı ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir,' diye kabartma yazılar bulunmaktadır.
-Meksiko şehrinin 96 km güney batısında yer alan 'Xochicalo Piramiti Yazıtları'. Bu piramit, üzerindeki kabartma yazılara göre 'Bati ülkelerinin yıkımının anısına' inşa edilmiştir.”
Mu kıtasında yaşayanların önemli bir kısmının Türk dilini kullandığını düşünürsek, uygarlığın kurucu halklarının önemli bir kısmının Türkler olduğu gündeme gelir. Bizi bu kanıya götüren en önemli kanıt, Mu kıtasının batmaya başlamasından itibaren kıtayı terk edenlerin, dağıldıkları çok geniş coğrafya parçalarında (kıtalarda), bugün bile halen Türkçe kökenli dillerin kullanılıyor olmasıdır.
Bu gerçekler üzerine ciltlerle kitaplar yazıldığı halde, batı merkezli tarihçilerimiz ısrarla gözlerini ve kulaklarını kapamaya devam etmektedirler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, güneşi balçıkla sıvamak mümkün değil. İşte bunun en son örneğini bize gösteren 24 Temmuz 2008 tarihli Hürriyet Gazetesinin haberi.
“Türklerle Kızılderililer arasında DNA kardeşliği” başlıklı haberde, Dr. Levent Bozatlı adlı bir vatandaşımızın kişisel girişimi sonucu, kendi DNA’sı ile Amerikalı ünlü Kızılderili kabilesi Onediaların DNA’larının aynı olduğunu kanıtlaması anlatılıyor. Bu habere göre, sözkonusu kabilenin reisi Brian Paterson, Yalova Folklor Eğitim Merkezi YAFEM tarafından düzenlenen, 11. Türk Boyları Festivaline katılmak için İstanbul’a geliyor. Haber, Dr. Levent Bozatlı ve Brian Paterson’un karşılaşmasını ise şöyle anlatıyor: “İki eski akrabanın sarılıp kucaklaşması, çevredeki diğer Türklerle Kızılderililerin gözlerini yaşarttı.”[17]
Mu İmparatorluk Arması
Bu sekiz köşeli yıldız hakkında değişik yorumlar yapılmaktadır. Ama değişmeyen tek gerçek, onun Mu İmparatorluğunun arması olmasıdır. Eğer Mu uygarlığının izlerini sürmek istersek, Mu uygarlığını kimlerin kurduğunu öğrenmek istersek, sadece bu sekiz köşeli yıldızın izini sürmemiz bile bizim için yeterli olacaktır. (Nasip olursa eğer, üzerinde çalışmaya devam ettiğimiz, “Ay Yıldızın Kökeni” adlı kitap çalışmamız bu konuda, ulaşabildiğimiz en küçük detaylara kadar inecektir.) Bilindiği gibi, Kızılderililer dahil, Türklerin ulaştıkları en uzak coğrafyalarda bile, din ayrımı gözetmeksizin, Mu imparatorluğunun arması olan sekiz köşeli yıldız kullanılmaya devam edilmektedir.
Kim ne kadar inkar ederse etsin, her gün yeni bir haberle, Türkçe’nin ve Türklüğün kökenleri bir bir gün ışığına çıkmaya devam edecektir. Amerikan Kızılderilileri sadece, Bering boğazının donması sırasında Asya’dan Amerika’ya geçen Türklerle izah edilemez. Çünkü onların ataları olan Maya, İnka ve Aztek dillerinde de çok sayıda Türkçe sözcük yer almaktaydı. Öyleyse bu akrabalık binlerce yıl öncesine dayanmaktadır diyebiliriz. Bizim tezimiz; Mu kıtasının batması sırasında bir kısım halk Asya kıtasına geçerken, bir kısmı da Amerika kıtasına geçmişlerdir. Orta ve Kuzey Amerika’daki Kızılderili halkları ile, Pasifik adalarındaki insanların dillerinde yer alan Türkçe sözcükler ve ortak kültürleri yaşıyor olmaları, onların önemli bir kısmının aynı uygarlığın mensupları olduklarını, Mu kıtasında yaşayan Türk kökenli insanların soyundan geldiklerini gösterir.
2- Uygur Uygarlığı:
Mu imparatorluğunun güçlü olduğu dönemde, Asya kıtasında kurulan ve Mu uygarlığına paralel olarak büyüyen Uygur uygarlığı da, Mu kıtasını batıran büyük Tufandan etkilenmiştir. Uygur imparatorluğunun çok büyük bir kısmı, Mu kıtasını batıran depremlerin yarattığı tsunamiler ve yağan yağmurlar sonucu oluşan sellerle yok olmuştur. Yer yer 15 – 20 metrelik kum tabakalarının altında kalmak suretiyle haritadan silinmiştir. Büyük Tufan, Uygur uygarlığından geriye, şu anda çıplak gözle görülebilen ve insanlığın bilgisi dahilinde olan Türk Piramitleri dışında pek fazla bir şey bırakmamıştır. Uygurlar, bir gün büyük bir afet yaşayacaklarını ve her şeyin yok olacağını bilircesine, bugün Çin sınırları içinde kalan Xi’an bölgesinde yüzlerce piramit inşa etmişlerdir. 300 metre yüksekliği ile yeryüzündeki en büyük piramit olan, kireç taşından inşa edilmiş “Beyaz Piramit” de, bu Uygur imparatorluğu döneminde inşa edilmiş piramitlerin en büyüğü olarak bilinmektedir.
Türk piramitlerinin yer aldığı Çin’in Xi’an bölgesi, Uygur imparatorluğunun tam ortasında kalıyor.
Bu tufan olayının yaşanması bundan yaklaşık 14 bin yıl öncesine rastlamaktadır. İnsanlık tarihinin en büyük afeti olan Tufan, insanoğlunun belleğinde öyle yer etmiştir ki, hemen hemen bütün efsanelerde ve bütün kutsal kitaplarda anlatılmıştır. Bu tufandan kurtulanların, yeniden o eski ihtişama dönmeleri binlerce yıllarını almıştır. İşte bu süreç içinde, Tufan sonrası insanoğlu tam bir karanlık dönem yaşamıştır. Bugün “vahşi hayat” olarak tanımlanan o dönemleri yaşayanlar, insanlığın belki de en büyük uygarlığını kuran insanların çocukları, torunlarıdır. Uygur imparatorluğunun Tufanla yok olmadan önceki durumunu ünlü araştırmacı J. Churchward bakın nasıl anlatıyor:
“Uygurların başkenti şu anda Gobi Çölünde bulunan Khara Khoto harabelerinin olduğu yerdeydi. Uygur İmparatorluğu zamanlarında Gobi Çölü son derece verimli bir bölgeydi.
Uygurlar, uygarlık ve kültür düzeylerini çok ilerletmişlerdi; astroloji, madencilik, tekstil endüstrisi, mimari, matematik, ziraat, okuma, yazma, tıp vs. gibi ilimleri biliyorlardı. İpek, tahta ve metal üzerine çalışılan dekoratif sanatların ustasıydılar ve altın, gümüş, bronz ve kilden heykeller yapıyorlardı. Bu Mısır tarihinin başlangıcından önceydi.
Uygurlar, imparatorluğun yaklaşık yarısını Mu göçmeden önce yitirmişlerdi, diğer yarısı ise Mu’nun batışının sonucunda silinmeye yüz tuttu.
Khara Khoto’da yerin 15 metre altında Prof. Kozloff tarafından gün ışığına çıkarılan bir mezar bulunmuştur. Mezarın içindeki hiçbir şeyi çıkarmasına izin verilmediği için Kozloff orada bulduğu son derece kıymetli hazinelerin ancak fotoğraflarını çekebilmişti. Sunday American’ın duyarlı desteği sayesinde bu fotoğrafları bir süre için ödünç alma imkanım oldu. Bunların iki tanesinin kopyalarını, sembolik olmaları nedeniyle çözümleriyle beraber burada sunuyorum. Hiç tereddüt etmeden bu resimlerin16.000 veya 18.000 yıllık olduğunu söyleyebilirim.”[18]
Bu kazılarda ortaya çıkan 480 parça altın işlemeli eşyanın, Uygur uygarlığının ne kadar ileri bir teknolojik seviyeye ulaştığını göstermesi açısından çok önemlidir. Ayrıca bu mezardan çıkarılan, ipek üzerine yapılmış resimler de Mu uygarlığı ve Mu uygarlığının kurucuları hakkında çok detaylı bilgiler içermektedir.
Uygur yapımı altın kemer tokası
“Uygur belgelerinin tek başına, Mu’nun insanlığın öz yurdu olduğunu açıkça kanıtladığı ve en kuşkucu beyni dahi ikna edebilecek yeterlikte olduğu düşüncesindeyim; fakat bir Hindu özdeyişinde söylendiği gibi: ‘Bir timsahın dişleri arasındaki inciyi çekip almak ya da kızgın ve zehirli bir yılanı sizi sokmadan başınızın etrafına çiçekten bir kolye gibi dolamak, cahil ve inatçı bir kişinin fikrini değiştirmesini sağlamaktan daha kolaydır.’
Uygur İmparatorluğu Mu’nun en başta gelen koloni imparatorluğuydu ve doğu yarısı Tevratta sözü geçen Tufan sırasında mahvolmuştu.
Çin efsaneleri Uygurlar’ın 17.000 yıl önce medeniyetlerinin zirvesinde olduklarını anlatır. Bu tarih jeolojik fenomenlere de uygunluk göstermektedir.”[19]
Uygur uygarlığının Tufanla yok oluşunun üzerinden 6-7 bin yıl geçtikten sonra, M.Ö. 5000 yıllarında Orta Asya’da toparlanan ve yeniden güçlenip, çoğalan Türk halklarının bir kısmı, geçmiş uygarlıklarından kalan izleri belleklerinde saklayarak, Mezopotamya’ya geldiler ve orada büyük bir uygarlığın dirilişini başlattılar. Bunlar Sümerlerdi. Ancak, Sümerlerin bu coğrafyaya gelmelerinden çok önceleri, Uygurların Doğu Avrupa’ya kadar ilerlemeleri döneminde, Anadolu coğrafyasına gelip yerleşmiş Uygur asıllı halklar da mevcuttu.
3- Atlantis uygarlığı:
Mu ve Uygur uygarlıklarının çağdaşı olan Atlantis uygarlığı, geride en az iz bırakan uygarlıktır diyebiliriz. Henüz yerinin bile tam olarak keşfedilemediği bilinmektedir. Bir takım iddialar var olmakla birlikte, bu iddiaların doğruluğu kanıtlanamamıştır. Atlantis’in Ege adaları ve Girit adasını kapsayan büyük bir kara parçası olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, Atlas okyanusunda yer aldığını söyleyenler de vardır. Ancak, çeşitli kaynaklarda yer alan bilgiler, Atlantis’in kesin olarak var olduğunu ve Mu kıtasının batışı sırasında battığını bildirmektedirler. Hakkında bilgi az olduğu için, üzerinde en çok spekülasyon yapılan batık kıta da Atlantis olmaktadır.
İşte Atlantis’i Atlas okyanusunda gösteren hayali bir harita
Atlantis’in bilimsel kanıtı olarak gösterilen ilk önemli bilgiyi J. Churchward vermiştir. “James Churchward Atlantis'in Mu uygarlığının bir kolonisi olduğunu belirtmiştir. İngiliz ordusunda görevli subay olarak Tibet'te bulunmuş, daha sonra dünyayı gezmiş ve araştırmalar yapmıştır. Albay rütbesinde iken Tibet'ten bu tabletleri almıştır.”
“Kuzey Sibirya'da buzlar altında on binlerce donmuş mamut cesetleri vardır. Geçen asır sonlarında bu mamutlar'dan en az 20.000 çok iyi durumda fil dişi çıkartılarak piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Bu mamutların toplu bir felakete kurban oldukları ortadadır. Ani bir donmadan ölen bu mamutlardan bazıların ağızlarında halen yemekte oldukları otlar bulunduğu görülmüştür. Karbon 14 testleri onların yaklaşık 12,000 yıl önce öldüklerini gösteriyor. Profesör Frank C. Hibben'e göre son buz çağın sonuna gelen bu devrede sadece Kuzey Amerika'da 40 milyon hayvan ölmüştü. Amerika'da Niagara şelalelerin 12.500 yıl evvel meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras Dağları yaklaşık 10,000 yıl önce meydana geldiler. Karbon 14 testlere göre şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölgede 11,000 yıl önce sedir ormanları vardı. Aynı şekilde İngiltere’ye yakın Kuzey Denizi, İrlanda ve Grönland yakınlarında deniz diplerinde binlerce yıl önce denizin dibini boylamış ormanlar görülür. Olayların çoğu Atlantis'in batış tarihine uymaktadır.”[20]
Atlantis ile kutsal kitaplarda geçen Ad kavmi arasında da bağlantılar kurulmakta ve İdris peygamberin (Enok), bu kıtanın dini önderi olduğu vurgulanmaktadır.
Mısır uygarlığının ilk gelişme ve gençlik çağları bilinmediğinden, tek başına bir uygarlık olmadığı, Atlantis uygarlığının devamı olarak kabul edildiği bilinmektedir. Mısır medeniyetinin, Atlantis uygarlığının devamı olduğunu varsayarsak, Mısır’da bulunan piramitler ve diğer tarihi kalıntıların bir anda ortaya çıkmış olamayacağı hali, ayrıca bunca ihtişam ve sırlarla örülü oluşları, bize Atlantis uygarlığının gelmiş olduğu seviyeyi göstermesi açısından önemlidir.
4-Maya, İnka, Aztek uygarlığı:
Maya, İnka ve Aztek uygarlığını, Mu kıtasının batışı sırasında anavatanı terk ederek Kuzey ve Orta Amerika’ya göç edenler kurmuşlardır. Onlar da binlerce yıllık karanlık dönemleri yaşadıktan sonra, eski uygarlıklarından kalan bilgileri kullanarak yeni uygarlıklarını kurmuşlardır. Bu uygarlığın kurucularının, günümüzden tahminen 4.000 yıl evvel aniden(!) yok oldukları varsayılmakta ve bir sırlar yumağı oluşturulmaktadır. Bu yaklaşımın ne derece doğru olduğu bilinmemektedir. Bize göre, dünyayı ve tarihi tek bakış açısından gören ve yorumlayan “Batı merkezli tarihçilik anlayışı” yıkılmadan, geçmişin sırları da çözülemeyecektir.
Bu uygarlığın izleri o kadar çok ve detaylıdır ki, şu anda binlerce belge veya tablet yorumlanmamıştır bile. Bu kadar çok bilgi ve belgeye rağmen, bu uygarlığın halen çözülemeyen sırları bulunmaktadır. Binlerce belge ve bilgi İspanya’da, İngiltere’de müzelerde el değmeden bekletilmektedir. Kim bilir belki de bu belgeler hakkında araştırmalar yapılmış da olabilir. Yapılan araştırmaların sonuçları, Batı merkezli tarihçilik anlayışına uymuyorsa, açıklanacak bazı bilgiler kendi inanç sistemlerini, çıkarlarını, üstünlük iddialarını sarsacaksa, açıklamamayı yeğleyeceklerdir.
Maya, İnka, Aztek uygarlıklarının Mu uygarlığının küllerinden doğmuş bir uygarlık olduğu çok nettir. Orta Asya’daki Uygur Uygarlığı dönemine ait Türk piramitlerinin hemen hemen aynıları, orta Amerika’da da yapılmıştır. Bu halkların dilleri, Türk dil grubu içine giren Turani dillerdendir. İnanışları, yaşam biçimleri ve kültürleri, bugünkü Anadolu insanı ile birebir aynıdır. Hatta bu benzerlik o kadar yoğundur ki, 4 bin yıl önce dokunmuş bir Maya kiliminin desenleri ile, bugün Anadolu’da dokunan kilim desenleri aynıdır. Bu desenlerin her biri Sayın Mustafa Aksoy hocanın da belirttiği gibi, Türk milletinin DNA’ larını teşkil eden “tamgalardır”.
Maya mumyası
Navajo Kızılderili kilimi
Yukarıdaki fotoğrafta, Peru’da bulunan bir Maya mumyasının alnındaki bant görülüyor. En az 3500-4000 yıllık olan bu mumyanın alnına takılmış olan banttaki tamgalar, bugün torunları olan Kızılderililerin de, bütün kuzey yarım küredeki Türk yurtlarında yaşayan Türklerinde kullanmakta oldukları kilim tamgalarıyla aynı.
“Tork isimli, Tanrıça İnanna timsali kolyeyi tıpkı Torkom’lar gibi Bozok (Etrak) kabileleri olan sarışın Kızılderili kabilelerinden Navajo’lar, Şanı’lar, Ocibya’lar kemikten yapılmış olarak boyunlarına takmaktadırlar. Bu “Tork”ları, Çokta Kızılderilileri hilalin ortasına yıldız koyarak göğsü kaplayan geniş bir Ay ylıdız kolye olarak kullanırlar.”[21]
Aralarında on binlerce kilometre denizaşırı uzaklıklar bulunmasına rağmen, Asya, Anadolu, Balkan ve Avrupa Türkleriyle, Mayalar, İknalar, Aztekler ve onların bugün yaşayan torunlarının dillerinde yüzlerce sözcüğün aynı anlama gelmeleri basit bir tesadüf olamaz. Bu coğrafyadaki insanların tamamı Mu uygarlığının devamı konumundaki insanlardır. Soy ve kültür birliktelikleri mevcuttur. Dilleri, yaşam biçimleri, inançları, dünyaya ve olaylara bakış açıları hep aynıdır. Bütün bunları yan yana koyduğunuzda, bütün dünyayı ve bütün insanları etkileyip yönlendiren bir uygarlın yaşanmış olduğu ortaya çıkar. Bu gerçeklerin gün ışığına çıkması, bugün yaşamakta olan milletlerin yöneticilerinin tavırlarıyla yakından ilgilidir.
5-Sümer uygarlığı:
Sümer uygarlığı, yukarıdaki bölümlerde de anlattığımız üzere, Uygur Uygarlığının yok oluşundan sonra yaşanan karanlık dönemin ardından, güçlenen ve biraya gelen Altay Türklerinin Mezopotamya’ya göç etmesiyle başlamıştır. Uygur uygarlığının bir devamı niteliğindedir. Sümer uygarlığı eski dünyanın tamamını etkilemiştir. Bu nedenle de, şimdiki dünyanın gelmiş olduğu uygarlık aşamasının başlangıcı olarak kabul edilebilir.
Sümer uygarlığının kurucularının konuştukları dilin Turani bir dil olması, koydukları yasalarla Orta Asya Türk yaşam ve inanç biçimini yansıtmaları Sümerlerin Türk kökenli olduklarının kanıtlarıdır. Destanları, masalları, yer altı-yer üstü inançları Orta Asya Türkleriyle birebir aynıdır. Kurdukları şehirlerin mimarileri, tapınaklarının biçimleri, ziggurat adını verdikleri piramitleri ile Uygur uygarlığının bakiyelerinden teşekkül ettiklerini adeta belgelemektedirler.
“Sümer Tanrıçası İnanna’yı sembolize eden İnanna’nın “Ay kayığı” simgesi olan hilal şeklindeki, boğaza takılan kolyeye Tork denilmektedir. Anadolu’da Hitit devleti kurulmadan evvel yaşayan Tork-lar (Torkom) Hitit devleti sonrası kralları Pamba devrinde Hititlere boyun eğmek zorunda kalmışlardı.[22]
Sümer uygarlığının izlerini süren gerçek bilim insanları, Mezopotamya ve Anadolu’da M.Ö. büyük medeniyetler kurulduğunu, bu medeniyetlerin zaman içinde Ege’ye, Yunanistan’a ve bütün batıya aktığını açıkça söyleyebilmişlerdir. “J. Gabriel Leroux, ‘İlk Akdeniz Medeniyetleri’ adlı eserinde Anadolu uygarlığının bir Ege uygarlığı kalıntısı olmadığını, Grek uygarlığından çok önce de var olduğunu ve en önemlisi Yunanistan’a ve Ege adalarına uygarlığın Anadolu’dan gittiğini yazıyordu: ‘MÖ 3000 yıllarında bütün Ege Denizi bir saldırı dalgasına uğradı. Ege bölgesindeki yer ve il adlarının sonlarının (-ssos) eki ile bittiğine bakılacak olursa, Küçük Asya’dan gelen bu saldırılar, adalarda, Truva bölgesinde gerçek bir kültür ve belki de bir dil birliği ortaya koymuşlardır. Bu uygarlık bir maden uygarlığıdır. Süs takıları için altın ve gümüş, silahlar ve araçlar için bakır kullanılmaktaydı.”[23]
Bu şaşırtıcı bilgileri derlediğiniz zaman ortaya ciltler dolusu değil, bir kütüphane dolusu kitap bile çıkabilir. Ancak, bunun için toplumumuzun önce “okuması”, “okumayı sevmesi” gerekiyor. Aksi taktirde, toplumun geneline yayılamayan ve insanları etkilemeyen çok ciddi araştırmalar, karanlık sayfaların arasında kalmaktan ve sadece “tarihe not düşmüş olmaktan” başka bir işe yaramayacaktır. Hal böyle olunca da, batının kendi istediği gibi yazdığı tarih, okumayı sevmeyen toplumumuza, sinema, tv ve yazılı basın aracılığı ile kabul ettirilecektir. Bu kabul ediş öyle bir noktaya gelecektir ki; toplumumuz bir süre sonra, kendi tarihini doğru olarak yazanları kabul etmeyip, batı kaynaklı tarihi kabullenecektir. Böyle bir durum ise, yerleşmiş bir aşağılık kompleksinin belirtisidir.
Biz kendi kültürümüze sahip çıkmazken, başkaları bizim kültür değerlerimizi sahiplenmekte ve kendilerine mal etmektedirler. Buna en çarpıcı örneklerden biri, batının yüzlerce yıldır Helenli olduğunu iddia ettiği, bizim de hiçbir araştırma yapmadan onlara bağışladığımız(!) ünlü ozan Homeros’tur. Bakın Homeros Odessa’da, 8/62’de neler söylüyor:
“Haberci geldi, değerli ozan vardı yanında,
Mousa çok severdi bu ozanı,
Ona hem iyi şey vermişti, hem kötü şey,
Gözlerinden yoksun etmişti onu.
Ama tatlı ezgiyi bağışlamıştı ona.
Pontonoos bir koltuk uzattı, altın çivili,
Dayadı koltuğu halkın ortasında koca bir direğe,
Astı ince ve keskin sazını,
Tam başının üstünde bir çengele…”
Saz, söz ve ozan sözcüklerinin, ne geçmişte, ne de bugün hiçbir zaman batının değerleri olmadığını vurgulayan araştırmacı Sinan Meydan bu durumu şöyle özetliyor: “..Homeros’un Odessa’sının (8/254,257,261,262,536) dizelerinde saz arkadaşlığından da bahsedilmektedir ki bugün Anadolu’da aşıkların (ozanların) saz arkadaşlığı ve atışmaları devam etmektedir. Bu benzerlik, Homeros’tan bugüne süzülüp gelen kültür sürekliliğinin en açık kanıtlarından biridir.”[24]
Sinan Meydan bu tespiti yaptıktan sonra ise haklı olarak şu yorumu yapıyor: “Orta Asya’dan ve Mezopotamya’dan aldıklarını Anadolu’nun tatlarıyla yoğurup zenginleştirerek Yunanistan’a veren Homeros, bir eliyle aldıklarını öbür eliyle veren; merkeze sevgiyle yoğurduğu insanı yerleştiren ve tanrıyla insanı yan yana, omuz omuza gören Mevlana’ya ya da Hacı Bektaşi Veli’ye benzemiyor mu? Ne dersiniz?
Homeros’tan Mevlana’ya uzanan bir “uygarlık köprüsünün” varlığını fark etmek ve bu toprakların güzelliklerine sahip çıkmak için daha ne kadar bekleyeceğiz? Daha ne kadar başkalarının bu toprakların “uzak tarihine” sahip çıkmasına göz yumacağız?”[25]
Burada anlatmaya çalıştığımız, bugün bizi halen “barbar” olarak anan ve kendince alay etmeye çalışan batının, sahip olduğu kültür değerlerinin temelinde bizim kültürümüzün yattığıdır. Orta Asya, Mezopotamya ve Anadolu yoluyla Yunanistan’a akan uygarlık kırıntılarının ana kaynağı biziz. Ancak ne acıdır ki, biz bunun farkında bile değiliz. Orta Asya’da Uygur, Mezopotamya’da Sümer, Anadolu’da Luvi, Hatti, Hitit uygarlıklarının birikimleri olmasaydı, bugünkü batı uygarlığından da söz etmek mümkün olmayacaktı. Bu iddiamızı destekleyen, hatta kanıtlayan bir tespiti, batılı tarihçilerden J. Bury şöyle yapmıştır: “ Kendilerinden başka her ulusu barbar diye alaya alacak derecede Helenlikleriyle övünen Yunanlıların, atalarının ve mitlerinin (masallarının, söylencelerinin) başka ülkelerden gelmiş olduklarını ileri sürmeleri çok gariptir…”[26]
Sümer uygarlığının yeni dünyaya en büyük armağanı yazıyı bulup, kullanmış olmasıdır. (Burada, yazıyı tıpkı Sümerliler gibi kil tabletlere yazan Uygurları hatırlamalıyız. Onların eserleri olan Naacal tabletleri olmasaydı, biz bugün bu konuları tartışıyor olamayacaktık.) Hatta kendi döneminde, önemli bir gelişme olan, ilkel bir matbaa sistemini bile geliştirip kullanmasıdır. Çivi yazılı tabletlerden oluşan kütüphaneler kurulmuş, her şehrin kütüphanesinde, aynı yazı ve resimlerin bulunabilmesi için rulo kalıplar icat edilmiş ve bu kalıplar sayesinde aynı yazıdan, resimden istenildiği kadar çoğaltma şansına kavuşulmuştur. Aşağıda bu kalıplardan ve kalıp uygulanarak çıkarılan resimlerden biri örnek olarak sunulmuştur.
Kaplumbağa resmi kalıbı
Yukarıdaki kalıpla basılmış kabartma kaplumbağa resimleri.
Ur kentindeki zigguratın kalıntısı
Bütün bu uygarlık izlerinin bizi götürdüğü adres aynıdır. Mu uygarlığı. Aşağıda göreceğiniz alfabelerin bu tezimizi ne derecede doğruladığını göreceksiniz. Aşağıdaki karşılaştırmalı alfabeye bir göz atacak olursak, Mu, Maya ve Mısır uygarlıklarının aynı kökten beslendiklerini görürüz. Bu harflerle yazılan yazıların da Türkçe olması, bize Mu kıtasında konuşulan dilin Türkçe olduğunu gösteriyor.
Aşağıda görülen şema, dünya dillerinin soyağacıdır diyebiliriz. Bu şemaya baktığımızda, bütün dillerin anası konumunda olan dil Türkçe’dir. Türkçe derken kastettiğimiz bugünkü Türkçe değildir tabi ki. Bizim bugüne kadarki araştırmalarımız sadece dünyanın kuzey yarım küresi ile sınırlıdır. O coğrafyalarda gördüklerimiz, belge ve bilgiler aşağıda yer alan şemayı doğrulamaktadır. Burada, kutsal kitaplardan Tevrat’ta yer alan “Dünyanın dili birdi” ayetini de dikkate aldığımızda, aşağıda yer alan şemanın doğru hazırlandığı anlaşılacaktır.
Bütün bu anlatılanlardan çıkan sonuç, dünyanın geçmişinin bir olduğudur. Bu durum, kutsal kitaplardaki anlatımlara uygun düşmektedir. Kurdukları uygarlıklarla dünyayı ve insanları etkileyen devletler ve imparatorlukları meydana getiren milletlerin ve halkların çoğunluğunun Türk olması veya Türkleşmiş olması, bu uygarlıkların birer Türk uygarlığı olduğunu belgeler.
TÜRK UYGARLIKLARININ İNSANLIĞA ETKİLERİ
Türk uygarlıklarının insanlığı etkiledikleri en önemli konu, hiç şüphesizdir ki, devlet ve ordu teşkilatlarını kurmalarındaki becerileri ve birikimleridir. Bu birikimleri ve kendilerine olan güvenleri sayesinde, yaşadıkları coğrafyalardan çok uzaklara ulaşabilmişler, her türlü kültür ve uygarlık birikimlerini gittikleri yerlerdeki toplumlara aktarmışlardır. Çok geniş coğrafya parçalarına ulaşmış olmaları ve oralarda hükümran olmaları sonucu da, konuştukları dil olan Türkçe oralarda yayılmıştır. Kalabalık insan topluluklarını adaletle yönetmişlerdir. Bu yönetimleri sırasında, ne pahasına olursa olsun, adaletten yana olmuşlar, hiçbir zaman ırkçı yaklaşımlar sergilememişlerdir. Türklerin “Cihan Hakimiyeti Ülküsü” olarak ifade ettikleri bu durumu, J.P.Roux, “Türklerin imparatorluk kurma eğilimi…”[27] olarak ifade eder. Ayrıca, bu imparatorluk eğiliminin, Türkleri ırkçı yaklaşımlardan uzaklaştırdığını, bu düşüncenin Türkler arasında bugünlere kadar miras olarak geldiğini vurgular.
Türklerin devlet ve ordu kurmalarında, hakanların özel ve önemli bir yeri, konumu vardır. Bu durumu Prof. İbrahim Kafesoğlu şöyle açıklıyor: “Eski Türk hükümranlık telakkisi, karizmatik (hükümdarlık yetki ve kudreti Tanrı tarafından bağışlanan) tip olarak kabul edilmiştir. Vesikalar Türk hükümdarına idare etme hakkının Tanrı tarafından verildiğini (bağışlandığını) göstermektedir. (…) Bozkır Türk hükümdarı Tanrı tarafından kut ve ülüğ (kısmet) ile donatıldığı için işbaşına gelebilmekte idi.”[28]
“Buraya kadar söylediklerimiz Türk devletinin çok mühim bir hususiyeti olan toplayıcı ve birleştirici vasfını ortaya koyar ki, bu nokta cihan hakimiyetine uzanan Türk fütuhat felsefesinin kaynaklarından biri olmuş görünmektedir. Cihan hakimiyeti düşüncesinde güdülen gaye de yeryüzünde huzur ve sükunu sağlamaktı. “Türk devleti” anlamındaki “il” deyiminin aynı zamanda barış manasını ifade etmesi bunu gösterir. (…) Mesela destana göre, Oğuzhan “toy”da hükümdar ilan edildikten sonra “Güneş bayrağımız, Gökyüzü otağımızdır”[29] demesi de Türk Cihan Hakimiyeti ülküsünün açık bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Türklerde hakanlık neden Tanrı tarafından verilmiş bir görevdir? Neden Tanrısal bir güç olarak kabul edilir? Bu soruların özüne inilirse, Türk yönetim anlayışında, dünyadaki tüm insanların, ‘Tanrı tarafından yöneticilere emanet edildiği’ inancıyla karşılaşılır. Buradan anlaşılması gereken şu olmalıdır: Bir yönetici, ancak Tanrı kadar adil olma çabasında olmalıdır ki, kendisine verilen görevi layıkıyla yapmış sayılsın. İşte bunun için hakanlık, kutsal, Tanrısal bir güç olarak kabul edilir. Türk Cihan Hakimiyeti düşüncesinin temelinde yatan da budur. Bu anlayış nedeniyle olsa gerek ki, Tanhu Mo-tun bir mektubunda; “Ahali barış içinde yaşasın… herkes huzur ve asayişten faydalansın” demiştir. Hun Tanhusu He-lien ise bu durumu şöyle ifade etmiştir:
“Barış isteyen insanları kurtarmam için Tanrı beni vazifelendirdi. Zavallı insanları korumak için, o emre uyarak hükümdar oldum”[30] demiştir. Türklerin bu devlet yönetme anlayışının, birikiminin insanlığı nasıl etkilediğini görmek için, İslam tarihinden bir örnek vermek yararlı olacaktır. İslam halifesi Hz. Ömer’in ünlü sözlerinden bir şöyledir: “Fırat kıyısında bir kuzunun ayağı köprüye sıkışsa, Allah bunun hesabını benden sorar” demiştir. Bu yaklaşım, yönetim mekanizmasının başında bulunanların sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Türkler, on bin yıldan fazla bir zamandır bu sorumluluğun bilincinde olmuşlardır. Gittikleri coğrafyalarda yaşayan insanlara da bu düşünceyi aşılamışlardır. Eğer kutsallığına inandıkları bir görev olmasaydı, sayıları yüz binlerle ifade edilen orduları, hiç bozulmayan bir tertip ve düzen içinde, binlerce kilometre uzaklara nasıl götüreceklerdi? Türklerde devletin kutsallığı da buradan gelmektedir. Devlet “babadır” ve insanlar ona emanettir. Bu nedenle de, devlette kutsaldır, devleti yöneten kağan da kutsaldır.
Muharrem Kılıç
İstanbul, 15 Ağustos 2008
[1] Kur’an,Kaf, 16
[2] Tevrat, Yaratılış, 2,7, Kitabı Mukaddes Yay., 3. Basım, Mart 2003, s.3
[3] James Churchward, Kayıp kıta Mu, Ege Meta Yay. 3. Baskı, 2003, İzmir, s. 39
[4] http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A79F75456518CA Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe sözlüğü,
[5] A.g.e.
[6] A.g.e.
[7] J.Churchward, Kayıp Kıta Mu, Ege Meta Yay., 2003, İzmir, s.121
[8] M.Kılıç, Gizlenen Türk Tarihi Hz. Muhammed, Toplumsal Çözüm Yayınları, İstanbul, 2007, s. 61
[9] J. Churchward, Kayıp Kıta Mu, s.123
[10] J.P.Roux, Türklerin Tarihi, Kabalcı yayınları, 3. basım, İstanbul, 2007 Temmuz, s. 19
[12] Snorres Edda’dan , Prof. Sven Lagerbring, İsveççe’nin Türkçe ile benzerlikleri, Çev. Ve Haz. : Abdullah Gürgün, Kaynak yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul. S. 78
[13] http://tr.wikipedia.org/wiki/Odin
[14] Snorres Edda’dan , Prof. Sven Lagerbring, İsveççe’nin Türkçe ile benzerlikleri, Çev. Ve Haz. : Abdullah Gürgün, Kaynak yayınları, Birinci basım, Şubat 2008, İstanbul. S. 75
[15] A.g.e. s. 9
[16] A.g.e. s. 34-35
[17] Hürriyet Gazetesi, 24.07.2008 tarihli İstanbul baskısı, s.8
[18] J. Churchward, Kayıp Kıta Mu, s. 121,122,123,124,125
[20] http://tr.wikipedia.org/wiki/Atlantis
[21] H.C. Tanju- Tunçderililer- S.68
[22] The Hitites-Gurney-Pelican-U.S.A, S.T.Gülaltay, Tanrının Türkleri- Cilt.1- S.315’den naklen.
[23] J. Gabriel Leroux, İlk Akdeniz Medeniyetleri, Çev. Cevdet Mithat Perin, s.14. (Sinan Meydan, Son Truvalılar, Truva Yayınları, 2. baskı Mart 2006, İstanbul. S.112, 113’den naklen)
[24] Sinan Meydan, Son Truvalılar, Truva Yayınları, 2. baskı Mart 2006, İstanbul. S.115
[25] A.g.e. s.120
[26] Halikarnas Balıkçısı , Sonsuzluk Sensiz Büyür, s. 29, A.g.e. s.119’dan naklen.
[27] J.P.Roux, Türklerin Tarihi, Kabalcı yayınları, 3. basım, İstanbul, 2007 Temmuz, s. 34
[28] Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 27. Basım, İstanbul 2007, s. 254
[29] A.g.e. s.254
[30] A.g.e. s. 254
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder