18 Ağustos 2009 Salı

Türk ayrılıkçıları

"Kürt meselesi"nin özünde ve başlangıç noktasında "ayrılıkçılık" yoktur. Son zamanlarda biraz "kızgınlık ve öfke" biraz da "aba altından sopa göstermek" düşüncesiyle "Kürtlerden ayrılalım" diyen Türklere rastlanıyor. Bu konu üzerinde durmak gerekir.

Belirtmek gerekir ki, Türkiye'den ayrılıp "bağımsız bir Kürt devleti" isteyenler yüzde 2,5. "Federasyon" düşüncesinde olanlar da azami yüzde 7,5. Geriye kalan yüzde 90'lık ana kitle Türkiye'de ve bir arada yaşamak istiyorlar. Ama bu kitle ortada ciddi bir "Kürt sorunu" olduğunu söylüyor.

Sorun, Osmanlı'nın yanlış modernleşme ile "merkezî devlet"ten "merkeziyetçi sosyo-politik bir düzen"e geçmesinden ve kurulurken cumhuriyetin Fransız usulü sıkı markaj monolitik, yukarıdan aşağı, otoriter-totaliter bir toplum ve tektip vatandaş yetiştirme projesini, hükmü altında tuttuğu her etnik gruptan insana empoze etmesinden kaynaklanmaktadır. Türk ırkından gelenler, hiç de meraklısı ve isteklisi olmadıkları halde, zamanla üst-ulusal kimliğin "Türk ve Türklük" olmasından rahatsız olmadılar. Türklerin, diğer kavimler gibi birincil aidiyetleri Müslümanlıklarıdır. 1950'ye kadar onlar da yeni kimlik tanımlamasından çok çektiler. Kuruluşundan bu yana Türklerin yeni "Türk ve Türkçü kimliği" içselleştirmelerinde MHP önemli rol oynamaya çalışıyor, ama bu partinin seçmen nezdindeki desteği ortada.

Türk ırkından gelenlerin yeni kimlik tanımlamasına pek meraklı olmamalarının sebepleri var: Yeni kimlik, Türklerin hem dinî aidiyetlerini bastırıyor, hem aslında onların ırk, kavim veya etnik hakikatlerini inkâr ediyor. Çünkü eğer "Türk"ten bir etnisite kastedilmiyorsa, yani İbn Haldun'un terimleriyle 'Türklük'ten "nesep" değil "sebep" kastediliyorsa, bu durumda Orta Asya'dan gelip de Anadolu'da yerleşen, bazı fizyonomik özellikleriyle diğerlerinden ayrılan "Türk" diye bir ırk, bir kavim de "yok" demektir. Dikkatlice bakıldığında aslında Türklerin etnik kimliğinin inkâr edildiği ve Türklerin 1071'den bu yana Müslümanlıkla kazandıkları kültürel hasılalarının "Türkçülük politikaları" içinde eritilip asimilasyona uğratıldıkları görülür.

Resmî Türk ve Türkçü kimliğe sahiden ırk olarak Türk olanlardan çok, Balkanlardan gelen göçmenler ve Kafkaslardan gelen muhacirler dört elle sarıldılar; kendi ırk, kavim veya etnik kimliklerini geri plana çekip Türk ulusal kimliğini benimsediler. Burada kastettiğim; ana kodları, âlem tasavvuru, ümmet bilinci ve din algısıyla Anadolu'da yaşayan Türklerden, Kürtlerden ve Araplardan temelde farkı olmayan Müslüman halk (Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkes, Gürcü, Çeçen, Abhaz vs.) değil, onların iktidar elitleridir. Bugün de Kürt kimliği mücadelesine karşı en sert direnci bu elitlerin ve etkisindeki grupların göstermesi tesadüfî değildir.

Bu kavimlerin iktidar elitleri Kurtuluş Savaşı'ndan sonra inisiyatifi ele geçirince, bütün etnik grupları kapsayacak Müslümanlık temelinde ortak ve birleştirici bir kimlik benimsemek istemediler. Hem dış baskılar buna izin vermiyordu -özellikle Hilafet'in lağvedilmesini ve İslam hukukunun yürürlükten kaldırılmasını şart koşan İngilizler-, hem kurucu kadro zaten "dinin kamusal hayattan tasfiye edilmesi"ni kafasına koymuştu. Onlar artık dünyaya İslamiyet'in değil, pozitivizm ve Fransız usulü laiklik penceresinden bakıyorlardı.

Böyle olunca "Müslümanlık"ı ortak payda görmediler. Din ayrımına göre gayrimüslimleri "azınlık" statüsüne soktular. Burada da iki problem vardı: 1) Gayrimüslimlerin "azınlık" sayılması İslam'ın tarihî tecrübesi dışında bir tanımlamaydı. 2) Bunu böyle yapmalarının sebebi Müslüman kökenden gelen herkesi Türkleştirebileceklerini düşünmeleridir. Dolayısıyla çoğunluğun "Müslüman", gayrimüslimlerin "azınlık" kabul edilmesi, Müslümanların hayrına değildi, dinlerinin yerine yeni ulusal kimlik ikame edilecek diye böyle düşünülmüştü. Bu açıdan Kürtler kadar, Türklerin ve Kürt olmayanların da sıkıntı yaşadığı söylenebilir.
15 Ağustos 2009, Cumartesi

Cumartesi günü, "Türk ve Türkçü ulusal kimliği"n hangi tarihsel ortamda teşekkül ettiğini ve hangi aktörler tarafından benimsenip bütün etnik gruplara empoze edildiğini, buna sahiden etnik kökeni Türk olan Türklerin nasıl tepki verdiğini anlatmaya çalıştım.

19. yüzyıldan başlamak üzere başlayıp giderek şiddetlenen milliyetçilik akımlarının etkisi altında her zaman "bağımsız Kürdistan" ideali peşinde olan Kürt elitleri olmuştur. Ama bugün olduğu gibi dün de Kürtlerin ana gövdesi kaderlerini bölge halklarıyla bir olarak düşünmüşlerdir.

Kürtlerin 1925'e kadar devletle olan problemlerinin temelinde modern-ulus devlet formunu benimsemiş olan bürokratik çekirdeğin Kürtlerin tarih boyunca korudukları özerkliklerine ve gündelik hayatlarına yaptığı haksız müdahaleye karşı tepkiydi. Milli Mücadele'den sonra yeni devletin iktidar eliti, her adımda Türklerle ve diğer kavimlerle mücadeleye katılmış bulunan ve belki Sevr'i Şeyh Mahmut el Berzenci'nin eliyle ilk yırtıp atan Kürtlerin dinlerini ve etnik kimliklerini asimile etmeye başlayınca başkaldırdılar. Şeyh Said ayaklanması, verilmiş sözlerin unutulmasına ve Kürtler üzerinde uygulanacağı anlaşılan bir inkâr ve asimilasyon politikasına tepkiydi. Kimse Şeyh Said'in bağımsız bir Kürt devleti için ayaklandığını iddia edemez. Anadolu'nun diğer bölgelerinde olan isyanlar da aynı mahiyettedir.

Bu da bize gösteriyor ki, "resmi Türk ve Türkçü kimlik" tanımına ve dinin toplumsal hayattan tasfiye edilmesine tepki bütün etnik gruplardan gelmiştir, ama kalıcı olanı Kürtlerinkidir. Kürtler, dışarıdan gelmiş değildir, binlerce senedir bu topraklarda yaşayan otokton bir halktır. Onların etnik kimliklerini bir kenara bırakıp yeni bir kimliği (Türk ulusal kimliği) benimsemelerini gerektiren bir sebep yoktur. Eğer başlangıçta resmi-ortak kimlik "Müslümanlık", "Anadolu" veya coğrafi çağrışımıyla "Türkiye" şeklinde belirlenseydi, muhtemelen bu sorunlar bu boyutlarda yaşanmazdı. Bugüne kadarki 29 Kürt isyanında üç temel saik belirleyici rol oynamıştır:

a) Kürtlerin tarihsel konumlarının altüst edilmesi,

b) Etnik kimliklerinin inkârı, onlara Türk kimliğinin giydirilmek istenmesi,

c) Dinî-geleneksel hayat tarzlarına müdahale teşebbüsleri.

İlk defa "salt etnik bir Kürt milliyetçiliği"ni temel alan isyan PKK ile başlamış bulunmaktadır.

Bugün "Kürtlerden ayrılabiliriz" diyenler Avrupa hayranı Tanzimatçıların ve Jön Türklerin asrileşmiş çocukları ve torunlarıdır. O zamanlar "Balkanlar, Ortadoğu gitsin, biz küçük, müreffeh ve Avrupalılaşmış küçük bir ülke olarak kalalım" diyorlardı. Sloganları "Sırtımızdan ağırlıkları atalım" idi. Dedikleri oldu, küçüldük, ama bugün Misak-ı Milli sınırları içinde dahi huzur içinde değiliz. Dün 600 yıllık imparatorluğu 10 sene içinde darmadağın edenler şimdi de aynı kafa ile Türkiye'yi bölmeye kalkışıyorlar. Eğer sahiden Kürtler ayrılacak olursa,

a) Ortadoğu'nun hayat kaynağı sularını;

b) Bugüne kadar el değmemiş petrol, doğalgaz, fosfat ve değerli maden yataklarını;

c) Dünyanın en önemli stratejik coğrafyasını;

e) Dinlerin ve medeniyetlerin ana merkezlerini hegemonik güçlere devredeceklerdir. "AB içinde, bembeyaz Türkler" olarak Avrupalı olacaklarını sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Maddi ve kültürel yoksunlukları içinde yaşlı ve müreffeh, ama özünde yabancıya kapalı yaşayan "Avrupa'nın ameleleri" olabilirler ancak.

Kürtler ısrarla "etnik kimlikleri"ne vurgu yapıyorlar. Bugün ise hepimizin ırkımızı ikinci plana düşürmemizin zamanıdır. Bunun için önce Türkler, etnik kimliklerini empoze etmekten, Türk olmayan muktedirler de "Ne mutlu Türk'üm diyene, bir ırka ıtlak olunamaz" demekten vazgeçmeliler.

Hepimiz aklımızı başımıza almalı, "cahiliye asabiyeti" tuzağına düşmekten kaçınmalıyız. Yegane kurtuluşumuz, birlik içinde yaşamaktır. Bunun da yolu İslam'ın sunduğu manevi, politik ve hukuki imkânları ferasetle kullanmaktan geçer.

17 Ağustos 2009, Pazartesi


Ali Bulaç
a.bulac@zaman.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder