15.01.2009 | Seyfettin Gürsel
Ergenekon olgusunun özünü oluşturan muhtemel ve mutasavver askeri darbenin, modern ya da postmodern fark etmez, siyasal fizibilitesini ekonomik açıdan irdelemek istiyorum. Daha açık söylersem, mevcut koşullarda anayasal hükümeti doğrudan ya da dolaylı yoldan devirmenin hiç de akılcı olmadığını anlatmak istiyorum.
3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında AKP'nin tek başına iktidara gelmesiyle tasarlandığı anlaşılan ilk darbe girişiminin tasavvur aşamasında kaldığını biliyoruz. 2007'de cumhurbaşkanlığı seçimi, ardından genel seçim bağlamında ikinci bir darbe planlandı mı, burası açık değil. Ama siyasal sürece yargı ve e-muhtıra aracılığı ile müdahale edildiği açık. Bir üçüncü girişim de Mart 2008'de AKP'ye açılan kapatma davası ile gerçekleşti. Dava, AKP ile TSK arasında içeriğini tam bilmediğimiz bir modus vivendi ile sonuçlandı.Tüm bu modern ya da postmodern darbe girişimlerinin Ergenekon'un "genel karargâhında" planlandığını söylemiyorum. Bu işler çok karışık. Sadece darbe girişimlerini bir de politik iktisat açısından değerlendirelim diyorum. Küresel ekonomiye büyük ölçüde entegre olmuş, NATO üyesi ve AB üye adayı bir ülkede, doğrudan iktidara el koymaktan ya da AKP iktidarını yıkarak bir başka sivil koalisyonu iktidara getirmekten söz ediyoruz.Soğuk Savaş ertesinde darbenin iki temel sorunu var:1) Batı ittifakı ile uyumsuzluk2) Ekonomik seçenek yoksunluğuBu iki sorun aslında içiçeler. Soğuk Savaş ertesinde Batı ittifakı özgürlükçü demokrasiyi ve açık piyasa ekonomisini sistemik bir tercih olarak benimsedi. İttifakın gelişmiş ülkeleri bu tercihe ayak uydurmakta fazla zorlanmadılar. Ancak Türkiye ezber bozan yeni meydan okumalarla karşı karşıya kaldı ve çalkalanmaya başladı. Yasemin Çongar dün Taraf'ta İhsan Dağı'dan şu tespiti aktarıyordu: "TSK üst yönetimi bu soruşturmalara izin vererek kendini Batı ittifakı içinde yeniden konumlandırmaya çalışıyor."Bu tespite tamamen katılıyorum. Yeni koşullarda Türkiye'nin Batı ittifakı içinde kalabilmesi, açık piyasa ekonomisine sahip demokratik bir ülke olmasına bağlı. Türkiye'nin AB üyeliğinin ABD için temel bir dış politika hedefi haline gelmesi sıradan bir jest değil, temel stratejik hedef. Clinton da Bush da Türkiye'nin AB üyeliğinin büyük destekçileri oldular. Obama da olacak. Çünkü yapısal olarak büyük dış açık veren bir ekonomiyi yönetmenin başka yolu yok. Çünkü kamuoyunun ve bürokratik elitlerinin küçümsenmeyecek bir bölümünün laikliği ve ülke bütünlüğünü ağır tehdit altında gördüğü, tehdidi savuşturmak için de otoriter rejimi demokrasiye tercih etmeye hazır olduğu bir ülkede demokrasiyi korumanın AB perspektifinden başka yolu yok.Türkiye iki "başarılı" askeri darbe yaşadı. 27 Mayıs'ta Demokrat Parti iktidarının yarım bıraktığı istikrar paketini tamamlamak gerekiyordu. Kemal Kurdaş'ın tasarruf planı ile paket tamamlandı. 12 Eylül'de sorun, içe kapalı, devlet ağırlıklı tıkanmış bir komuta ekonomisini açık piyasa ekonomisine dönüştürmekti. Siyasal tehdit ise soldan geliyordu. Sosyalist devrim yakın olduğundan değil, sosyalist hareketlerin NATO üyesi Türkiye'yi Sovyet etkisine açık hale getirmesindendi. 24 Ocak ve "Özal Devrim"i ilk sorunu halletti. Solun nasıl yok edildiğini ise biliyoruz.Peki, Ergenekon darbecilerinin ekonomik planlarına dair herhangi bir şey duydunuz mu? Ben duymadım. AB'den koptuktan sonra cari açığı kapatmanın gerektirdiği toplumsal faturası yüksek ağır yapısal uyumu nasıl gerçekleştirecekler? Rusya'ya yanaşmak, İran'dan ucuz gaz almak, Orta Asya pazarına yumulmak gibi cehalet ve bönlük kokan fikirlerin ve TSK'yı geleneksel Batı ittifaklarından kopararak sonuçta ciddi savunma zaafı yaratacak maceraların dışında ciddi bir seçenek önerdiklerini duydunuz mu?Modern ya da postmodern darbe teşebbüslerinin neden başarısız olduklarını anlamak bence çok zor değil. Ama koşullar değişirse, bu ülkede darbe olmayacağını da kimse garanti edemez.
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=114755&YZR_KOD=161
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder