31 Aralık 2008 Çarşamba

Rus profesörden 'ABD bölünecek' kehaneti

http://data5.blog.de/media/938/3103938_44deed525f_m.gif

Rus Profesör Igor Panarin, 2010 yılında ABD'nin bölüneceğini öne sürdü

ABD'de yayımlanan Wall Street Journal gazetesinin haberine göre, toplu göçler, ekonomik çöküş ve ahlaki düşüşün gelecek sonbaharda ABD'de bir iç savaşı tetikleyeceğini ve doların düşeceğini öne süren Panarin, 2010 yılının haziran ayı sonralarında ya da temmuz başında ise ülkenin altı parçaya bölüneceğini savunuyor.

Panarin'in teorisine göre, ABD, ülkenin batısında kurulacak Çin etkisindeki "California Cumhuriyeti", Meksika etkisindeki "Texas Cumhuriyeti", ülkenin doğusunda başkent Washington D.C. ve New York'u da içeren bölgede kurulacak AB etkisindeki "Atlantik Amerika", Kanada etkisindeki "Merkezi Kuzey Amerika Cumhuriyeti", Japon ya da Çin'in himayesindeki Hawaii ve Rusya'ya katılacak olan Alaska'dan oluşan altı parçaya bölünecek.

Panarin, "Şu anki durumda ABD'nin bölünme ihtimali yüzde 45-55. Bu bazılarını mutlu edebilir, ancak mantıklı düşünürsek, bu Rusya için en iyi senaryo olmaz. Evet, Rusya dünyada daha güçlü hale gelir, ancak ağırlıklı olarak dolara endeksli ve ABD ile ticarete dayalı olan ekonomisi zarar görür" ifadesini kullanıyor.

Bütün dünyanın, ABD'nin 44. Başkanı seçilen Barack Obama'dan mucizeler beklediğini söyleyen Panarin, ilkbahar geldiğinde herkesin mucize olmadığını net bir şekilde göreceğini savunuyor.

Rus medyasının büyük ilgi gösterdiği Panarin, yaklaşık 10 yıldır dile getirdiği iddiasının bugüne kadar çok inandırıcı bulunmadığı, ancak son dönemde çıkan ekonomik krizle birlikte insanlara gerçekçi gelmeye başladığını söyledi. İlk kez 1998 yılında uluslararası bir konferansta dile getirdiği teorisini bir süre önce Rusya Dışişleri Bakanlığında bir yuvarlak masa toplantısında sunan Panarin, davet edildiği çeşitli üniversitelerde ve medyada da konuyla ilgili konuşmalar yapıyor.

Eski bir KGB analisti olan ve siyaset bilimi doktorası bulunan 50 yaşındaki Prof. Panarin'in ABD ekonomisi üzerine çalışmaları da bulunuyor. Boris Yeltsin döneminde stratejist olarak görev yapan Panarin, ülkesinde saygın bir isim. ABD-Rusya ilişkileri konusunda medyada sık sık görüşlerine yer verilen Panarin, Rusya Dışişleri Bakanlığının diplomatlarının yetiştirildiği akademinin dekanlığı görevini yürütüyor.

Panarin özellikle son yıllarda, Orta Doğu'daki istikrarsızlıktan küresel ekonomik krize kadar her şeyden Washington yönetimini sorumlu tutan bir yaklaşım sergiliyor. Panarin, Rusya'nın ise, 1990'larda yaşadığı güçsüz dönemin ardından dünya sahnesindeki eski rolüne dönmekte olduğu kanaatinde.

30 Aralık 2008 Salı

Ey Türk Milliyetçileri Bir Senaryonun Oyuncusuymuşuz Ya!!!

Ey Türk Milliyetçileri Bir Senaryonun Oyuncusuymuşuz Ya!!!


-Hakan Paksoy-


“Büyük bir milletin duyguları ölçülü, düzenli, devamlı olmalıdır.[1]” diyor Cemil MERİÇ merhum.

20. yüzyılın başlarında olup bitenlerden hiç ders alınmamış gibi hala; “hürriyet, adalet, müsavat” çığlıkları atılmakta, insan hakları, demokrasi, özgürlükler denilmekte, itiraz edilemez bu değerlere nasıl hangi formatta sahip olunacağını öğrenmek için, çağdaşlaşmak ve batılılaşmak için Avrupa kapıları aşındırılmaktadır. Bu kavramların ardına saklanılıp, kültürel ve inanç özgürlükleri öne sürülerek Türk milleti ayrıştırılıp, ardından da ayrılıklara yol açabilecek yeni yapılanmalara yol alınmaktadır. Arada bir de zevahiri kurtarmak için “efendim, bunlara Türk insanı layıktır, bunlar evrensel değerlerdir” denilerek bu dayatılanlara kılıflar bulunmaya çalışılmaktadır.

Camide cumhurbaşkanı ile inşaat işçisinin aynı safta olabildiği bir medeniyette; eşitlik, hürriyet, özgürlük v.s. yok diyerek “değişimi” tavsiye ederseniz en azından muhteşem bir maziye hakaret etmiş olmaz mısınız? Ama elbette birkaç yüzyıllık –en azından son yüz elli yılı pek zorlu- süreçte yaşananlara göre söylenen sözlere ve talep edilenlere meşruiyet zemini bulmak kolaydır. Peki, bütün bunlara karşı sadece: “Türk milleti yeniden Türk ve Müslüman olduğunu hatırlasa, yeniden kendi olsa ve adaleti sağlasa/adaletle yönetilse” denilse daha doğru değil midir?

İnsan hakları, demokrasi, özgürlük vs. taliplileri bütün bu vazgeçilmez değerler için, reçete olarak sunduklarının bu milleti ne hale getirdiklerinin farkında mıdırlar? Görmezler mi ki; bu ülkede yaşayan insanların kahir ekseriyeti hem harama Besmele çeker hem de -bırakın düşmanını- dostunu arkadan vurur” hale gelmiştir.

Türk milliyetçiliğinin, yüzyıla dayanan geçmişiyle bayraklaşan dergisi Türk Yurdu’nda son zamanlarda bu minval üzere seri yazılar çıkmakta, çok farklı fikirler ortaya konulmaktadır.

Bunun en son örneği “Resmi İdeoloji Sorunu (Milay KÖKTÜRK, Ekim 2008)” başlığı altında yayımlanmıştır. Yazara göre “hiç bir ideoloji masum değildir”. Yine yazara göre, bir önceki ayda yayımlanan “Kurgusal İdealizm mi, Akılcı İdealizm mi?” yazısında da “Milliyetçi kitle için tarihten idealizm türetildi. (…) Nizam-ı Âlem, Cihan Hâkimiyeti gibi tarihte var olup olmadığı (…) varsa akıl düzenine uygun olup olmadığı (…) tartışmalı olan idealler (…) hiçbir zaman erişilemeyecek nitelikteki idealler bireyin erdemli varoluşu veya tarihin mirası diye sunulursa, hem gerçeklik algısı, geçmiş algısı hem de gelecek tasarımı uçuk olmaktan kurtulamaz. Çağımız ise Don Kişot’ların değil ayakları yere basan bireylerin başarı çağıdır” denilmektedir.

Geçerliliği kendinden menkul, başarı şartına bağlanmış bir idealizm tasavvuru, yani başarısız olan ideal yanlış, kurgusal ya da akılcı değil, sadece başarılı olan akılcıdır.

Başarı ya da gerçekleştirilebilme şartına bağlanan doğru… Hitler başarsaydı doğru olacaktı…

Ülkücüler başaramadı… Çünkü idealleri akılcı değildi… Kurgusaldı…

Birilerinin kurguladığı oyunu oynadılar…

Ey insaf neredesin?

Türk Ocakları Tüzüğünün (Yasasının) 2. Maddesi, derneğin ülküsü başlığı altında “ Dernek, milli kültürün (hars), ahlak ve fikir hayatının geliştirilmesi, milli birliğin kuvvetlendirilmesi, toplum yapısının sağlamlaştırılması ve Türklüğün yüceltilmesi amacıyla kurulmuştur. Kısaca “ Türk Milliyetçiliği” olarak da adlandırılan bu amaç, Derneğin “Milli Ülkü (Mefkûre)” südür.”[2] demektedir.

“Hiçbir ideoloji masum değildir”. Elbette herhangi bir kişi, fikir ya da davranış masum değilse suçludur veya daha geniş bir bakış açısından; tehlikelidir, marazidir, sakıncalıdır, potansiyel olarak zararlıdır. Masum ya da zararsız olandan yana olmak veya masum olmayana karşı çıkmak insanlığın da toplumun da hayrınadır. Eğer yazarın bu hükmü doğru kabul edilecek olursa bu sonuçtan Türk Ocaklarının ideolojisi/ülküsü/mefkûresi vareste tutmak mümkün müdür?

Elbette böyle bir fikir ileri sürülebilir ancak bir şartla; Türk milliyetçisi, Türk ülkücüsü, Ocaklı olmamak şartıyla. Çünkü herhangi bir insan bile hem masum olmayan hem de kurgulanmış (uydurulmuş, dolayısıyla bir uyduran-kurgulayan vardır) bir senaryonun oyuncusu olmayı ret etmelidir. Kaldı ki bir Türk Milliyetçisi bu hususta hiç kimseden de geride değildir.

Bu şartlarda söylenenler ve yazılanlar medeni bir fikir beyanı olarak kabul edilebilir hiç şüphesiz. Bu fikirlere katılır ya da katılmazsınız. Ciddiye alınıp cevap verir ya da ciddiye almayıp cevap vermezsiniz. Ancak; bu yazılanlar Türk Ocakları’nın bir asra yaklaşan geçmişinde çok önemli bir hizmet aracı olan Türk Yurdu dergisinde yayımlanıyorsa ortada dikkate değer bir durum var demektir. Hele bu yazılar, adına sayfaların renklendirildiği, bu renk tahsisiyle Ocak için özellikli ve özel oldukları –zımnen- beyan edilen, hissettirilen kişilerden gelirse durum daha da ciddileşecektir.

Ocak Genel Başkanı’nın “Kürtçü bir ayaklanmadan”[3] bahsettiği konjonktürel konumda, Türk milliyetçiliğinin “kurgulanmış bir senaryonun uygulayıcısı olduğunu, bu senaryoda kurgulanmış ideallerinin militanları tarafından kutsanmış olduğunu”, mealen -ve neredeyse- helvadan yaptıkları, daha da önemlisi başkalarının yaptığı, putlara tapan müşrikler mesabesine indirildiğini yazmak ciddiyeti katmerli hale getirmektedir.

Hasbelkader Türk milliyetçiliği devlet tarafından benimsenmiş olsaydı vay halimize; “Yıkın Kartaca’yı”, ama çok şükür ki Türk milliyetçiliği Türk Ocaklarının “resmi ideolojisi”…

Buraya kadar sözümüz öncelikle yazının yayımlandığı zemine ve Dergi’nin yayın politikasınadır. Derginin “renkli sayfalarının”, Yazı İnceleme Kurulu tarafından incelenmeden yayıma girdiği üzerine düşüncelerimiz yoğunlaşmaktadır. Ama elbette, yazılanlara karşı fikrimiz ve söyleyeceklerimiz olmalıdır ve vardır.

Yukarıda söylediklerimizi bir an için yok sayıp, ülkenin içinde bulunduğu şartları görmezlikten gelip “Dergi hür tefekkürün kalesidir”[4] diyerek yazılanları değerlendirmek mümkündür.

Öncelikle; binlerce yılın süzgecinden geçerek gelen bir milletin sahip olduğu, İslam’la taçlandırdığı irfanına; eksik, çağdaşlaşması gerekiyor demek anlaşılabilir bir yaklaşım değildir. Hâlbuki mensubu olduğumuz millet kendisi dışındaki bütün milletler tarafından az ya da çok övgülerle saygı duyulduğu tarihe nakşedilen bir millet değil midir? Başka toplumların beğenisini, saygısını ve övgüsünü kazanmak çok mu kolay zannedilir? Böyle bir millete “ siz medeni değilsiniz” demek ne büyük bir haksızlıktır.

“Hiçbir ideoloji masum değildir (…) o temel kabullerini, ne pahasına olursa olsun mutlaka gerçekleştirilmesi gereken doğrular olarak tanımladığı için (…) hoşgörüsü yoktur (…)” diye yazılmakta ve arkasından “Bir ideolojinin; ideoloji olarak üstüne de devletçe desteklendiğinde ‘resmi ideoloji’ olarak ne kadar zararlı ve yıkıcı/durağanlaştırıcı/özgürlüğü yok edici/toplum ve kültür dünyasını katılaştırıcı olduğundan” dem vurulmaktadır.

Böyle bir yorum salt materyalist ve pozitivist bir yaklaşımla doğru kabul edilebilir ve ancak tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik (milli) şuuru olmazsa bu yorum zorlanabilir. Fakat tarih şuuru, milliyet şuuru ideolojilerin peşinden giderken de şarttır ideolojilere karşı çıkarken de şarttır…

Atatürk; “Fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür nesiller” demiş, Ziya Gökalp, Kızıl Elma şiirinde “fikri milli, irfanı milli, vicdanı milli” diye yazmıştır. İki Türk dâhisinin birbirini tamamlayan mükemmel özdeyişleri doğru rotamızda doğru bir şekilde ilerlememizi sağlayacak deniz fenerleri değil midir? Böyle mükemmel yol aydınlatıcıları varken yeni, farklı ve bize “el” olan usuller ne kadar doğru olacaktır?

Devlet ve hürriyet yan yana yaşayamaz mı? Niçin neo-liberaller amansız devlet karşıtıdırlar? Devleti bireyin boğazında bukağı, ayağında pranga olarak mı görürler?

Kanuni’ye “Kavlimiz bu muydu hünkârım?” diyen büyük denizci Turgut Reis bir cihan hükümdarının karşısında olduğunun ve O’na ne dediğinin farkında olmadığı mı düşünülmektedir?

Evet, ben Türk Devletini kutsuyorum. Devletim kutsal ve benim devletimin kutsiyeti benim için vazgeçilmezliğinden geliyor. Ancak “Ben” bu devletin aynı zamanda “Şerefli ve hakları olan” bir bireyi ve vatandaşıyım da… Bu ikisi arasında denge kurmaya çalışmaktansa “Kahrolsun devlet yaşasın birey” ya da “Kahrolsun birey yaşasın devlet” demenin bir manası olmasa gerek. Düzenlenmemiş ve birbirine mütecaviz hürriyetler manzumesi ancak “kaos” doğurur. Kaos hürriyetlerinin gaspını ve ortadan kalkmasını da beraberinde getirir. Hâlbuki “Ben’im Devletim” hürriyetlerimin de garantisidir.

Ayrıca; Müslüman zaten hürdür. Allah’tan başkasına kul olmamak üzere yaratılmıştır. Hatta “Kadere dahi mahkûmiyet yoktur.”[5] Allah insana irade kullanma özgürlüğü vermiştir. Ülkücü “böyle bir insan” olarak yaratıldığına iman eder. Dolayısıyla, her şeyi, imanı ve onun yoğurduğu irfanın terazisine vurur. O’na aykırı hiçbir şey olamaz.

Batıda; din ile hürriyet kavgasında, kavgayı hürriyet kazanmıştır. Kavganın sebebi kilisenin toplum hayatındaki mutlak ve tartışılmaz hegemonyasına karşı duruştur. Kazanan hürriyettir, ancak kazanan taraf olmanın doğal sonucu olarak mağlubun tam karşısında yer almış yani seküler bir şekle bürünmüştür. Bu mücadelede Batı, olmayan bir şeyin kavgasını vermiştir. Elbette olmayanı elde etmek için kavga da edilir savaşta, ancak Türkler; medeniyetlerinde hürriyeti ve adaleti sağlamış bir milletirler. Camide, Cumhurbaşkanı ve hamal yan yana namaz kılmış, cihan hükümdarı kadı karşısında yargılanabilmiştir. Dolayısıyla, aranan adalet ve adil yönetim olmalıdır.

Toplumsal kontrolü yapılmayan özgürlükler başıboş kalmış demektir. İşte bu toplumsal kontrolün adı devlettir. Milletin iradesinin toplandığı ve bu iradeyi yine o milletin alışkanlıkları doğrultusunda kullanan bir aygıttır devlet. Ne zaman temsil ettiği milletin alışkanlıklarına, kültürüne, medeniyetine ters ve onların dışında hareket ederse işte o zaman sıkıntı ortaya çıkar. Bu aykırılıklar arttıkça sıkıntı büyüyecektir.

Son söz yine Cemil MERİÇ’ten: “Kahramanlık hatada ısrar etmemektir” der merhum.

Hakan Paksoy

18 Aralık 2008


[1] Cemil MERİÇ, Bu Ülke, İletişim Yayınları, 23. Baskı, S. 109

[2] Türk Ocakları Tüzüğü, Türk Yurdu Yayınları: 89, S. 3

[3] Nuri GÜRGÜR Türk Ocakları Resmi Web Sitesi, Etnik Fitnenin Anatomisi, 20 Ekim 2008

[4] Cemil MERİÇ, Bu Ülke, İletişim Yayınları, 23. Baskı, S. 100

[5] S. Ahmet ARVASİ, İnsanın Yalnızlığı, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2. Baskı, S. 64

Kitlesel İntihar veya Mankurtlaşma

Kitlesel İntihar veya Mankurtlaşma


-Muharrem Kılıç-


“Mankurt”un ne demek olduğu konusunda bilgi sahibi olmayanlar için çok kısa bir açıklama ile başlayalım yazımıza. Mankurt, geçmiş zamanlarda, Asya’da birbirine düşman kabilelerden birinin, diğer kabileden bir genci kaçırarak, uzun işkencelerden sonra belleğini silmeleri ile meydana getirdikleri yeni bir kimliktir diyebiliriz. Bu işkencenin en klasik uygulaması şöyle yapılmaktadır: Kaçırılan gencin saçları ustura ile kazınır. Kafasına yeni yüzülmüş bir deve derisi geçirilerek, güneşin altında elleri ayakları bağlı şekilde yatırılır. Sadece yaşayabileceği kadar, çok az yiyecek verilir, çok az su verilir. Bu arada, kafasından çıkmaya başlayan yeni saçlar, taze deve derisinin içine doğru işler. Güneşin etkisi ile kurumaya başlayan deve derisi kafayı sıkmaya başlar. Aç, susuz, yakıcı güneş altında saçlarının ve deve derisinin verdiği acı ile genç bilincini kaybeder. Hiçbir şey düşünemez hale gelir. O an için ölüm bile o kişi için bir kurtuluştur. Ancak, sahipleri(!) buna izin vermezler. Artık o genç onların sadık hizmetkarıdır. Sahipleri ne derse onu yapar. Zaman zaman bu mankurtlara kendi annesi, babası veya kardeşlerini öldürmesi emredilir. Böyle bir emir alan mankurt hiç tereddüt etmeden emredileni yapar. Annesini, babasını veya kardeşini öldürür. Mankurt o kadar biliçsiz hale gelir ve robotlaşır ki, sadece yakınlarını öldürmekle kalmaz. Mensubu olduğu eski kültüre de düşman hale getirilir. Bütün eski değerlerini yok sayar. Ana dili, anayurdu, töreleri, tarihi her şeyini unutur. O tamamen robotlaşmıştır artık. Kısa bir açıklama ile mankurt budur diyebiliriz.

Hemen aklımıza şöyle bir soru takılıyor. Acaba şimdi de insanlar mankurtlaştırılıyor mu? Toplumumuzun içinde mankurtlar var mı? Yok canım! Böyle teknoloji ve bilim çağında, köleliğin yasaklanmış olduğu bir çağda insanlar nasıl mankurtlaştırılacak ki? İyi ki eskilerde kalmış bu uygulama. Gerçekten de çok korkunç bir insanlık suçu oluştururdu yoksa! Bir düşünsenize, oğlunuz, kızınız sizin canınıza kastedecek! Allah muhafaza. Düşünmesi bile insanı ürkütüyor değil mi?

Acaba, insan bilerek veya bilmeyerek kendi kendini mankurtlaştırabilir mi? Elde edebildiği bir takım araç gereci kullanarak, bir insan kendisini mankurtlaştırabilir mi? Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, geçmiş zamanlarda insanlar zor kullanılarak ağır işkencelerin altında robotlaştırılmış, mankurtlaştırılmıştır. Şimdiki sorumuz ise, insanların kendi kendini mankurtlaştırıp mankurtlaştıramayacağı hakkında. Bu irdelemeye tekrar dönmek üzere, şimdilerde toplumumuzda yaşanan beyin veya ruh travmalarının sonuçlarını kısa başlıklar halinde sıralamaya çalışalım:

-Yoğun televizyon dizileri bombardımanına tutulmuş insanlarımızın, dizilerdeki rolleri benimseyerek;

-Katilliğe özenmeleri,

-Bulaştırıldıkları uyuşturucu belasına para bulmak için anne-babalarının canına kast etmeleri,

-Anne-babalarına asi olmaları,

-Uyuşturucuya bağımlı hale gelmeleri,

-Sigaraya bağımlı hale gelmeleri,

-Eşlerin, hiç de zor olmadığını tv dizilerinden öğrendikleri, eşlerini aldatmaları,

-Doğumuna neden oldukları çocuklarını hiçe sayarak, gönüllerince yaşama arzusu ile boşanmaları,

-İyi bir insan yetiştirmede en büyük rol ailede anneye düşmektedir. Eğitimsiz bırakılan annelerle, yeni yetişen nesillerin idealsiz, boş, hiçbir toplumsal değere önem vermeyen, kimliksiz, kişiliksiz nesiller olarak yetiştirilmeleri,

-Halen, bir takım cemaat veya tarikatların, ısrarla kız çocuklarının okumasını engellemeye devam etmeleri,

-Toplumumuzun inancına sıkı sıkıya bağlı kesimlerini, üzerlerinden para kazanacakları bir rant kapısı gibi gören bazı cemaat ve tarikatların, İslam dinini aslından uzaklaştırıp, kendi çıkarlarına uygun hale getirerek anlatmaları,

-Son büyük Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun çökmesinden sonra, o hengamede, Türk milletinin ikinci Ergenekon’u kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran, büyük Türk evladı Mustafa Kemal Atatürk’ü, kendi siyasi çıkarları uğruna sahiplenmiş görünerek sömürenlerin ve sözde bunlara karşı olduğunu söyleyenlerin, lehte ve aleyhte Atatürk sevgisini sömürmeleri,

-Tek hedef, tek amaç olarak öğretilen, “paraya kavuşma” uğruna, her türlü yüz kızartıcı suçları rahatça işleyebilmeleri,

-Yasalarımız ve törelerimizce suç sayılan fiilleri düşünmeden işleyebilmeleri,

-Toplumsal ahlakta meydana getirilen çürümeye paralel olarak, toplum vicdanını rahatsız edecek ilişkileri pervasızca kurabilmeleri,

-Milletin temiz birer fidan olan, pırıl pırıl gençlerini tuzaklara düşürerek onların üzerinden kirli paralara kavuşmaları,

-Komşu ülkelerin zor durumdaki kadınlarını bin bir vaatle ülkeye getirip, kapattıkları otellerde onları zevk kölesi olarak pazarlayıp, üstlerinden para kazanmaları ve bu zavallı insanların gözünde Türk milletini, korkunç, kan emici yaratıklar konumuna düşürmeleri,

-Anayurdunun, devletinin, milletinin zararına olacak her türlü eylemi, kendisine sunulan çıkar karşılığında rahatça yapabilmeleri,

-“Bir şekilde kurulmalarına ve çalışmalarına izin verilmiş olan”,(!) “uluslararası faaliyetleri herkes tarafından bilinen” kaynaklardan beslenen, bir takım yabancı borazanı, düşman borazanı kuruluşlardan aldıkları paralar ve ödüller karşılığında, üzerinde yaşadıkları vatanın birlik ve bütünlüğüne zarar verecek her türlü eylemi yapmaları,

-Kamu adına görev yapan bazı meslek sahiplerinin, yapmak zorunda oldukları işleri yapmayarak veya zorlaştırarak, haksız kazanç elde etme yoluna gitmeleri ve böylece savunmasız vatandaşın sömürülmesi yoluyla paraya kavuşmaları,

-Tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kurtuluş savaşı vererek yeniden kurduğumuz devletimizin, her karışı şehit kanları ile sulanmış olan topraklarının, üç-beş dolar yabancı para elde etmek uğruna, haraç mezat dünkü düşmanlarımızın, dedelerimizin kanlarını döken azılı haçlı sürülerinin torunlarına satılması,

-Petrol ve maden yataklarımızın yabancıların kullanımına sunulması,

-AB’ne girmek uğruna, nerede üst üste iki taş görülse, hemen üzerine bir kilise inşa edilmeye çalışılması,

-Bin yıldır uğruna savaşıp, canımızı verdiğimiz, kanımızı sebil gibi topraklara, çöllere saçtığımız İslam dinini, ılımlı, İsevi vs. diyerek sulandırmaları,

-Asya’yı Hıristiyanlaştırmanın ön şartı olan, Ön Asya’daki iki büyük Türk devletinden biri konumundaki Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılmasının yolunun açılması,

-“Biz de Avrupa’da cami açıyoruz” diyerek, ülkemizin her köşe bucağına cemaati olmayan kilise binaları dikilmesine izin vermeleri,

-Her türlü misyonerlik faaliyetlerini, AB uğruna normal karşılamaları,

-Ülkemizin doğusunu bölüp, bize şimdikinden ayrı bir harita dayatan BOP gibi bir düşman projeye “eş başkan” olmakla övünmeleri,

-Ağızlarını açınca, “Osmanlı”dan başka laf etmeyenlerin, Osmanlı devletinin kurulduğu bölgedeki pek çok camisi harabe halinde dururken, minareleri adeta; “biz buradayız” diyen, birer işaret taşı gibi dimdik ayakta duran, ecdat yadigarı eserleri görmezden gelirlerken, yılda üç- beş turistin(!) maksatlı gezilerine konu olan, Akdamar adasındaki Ermeni kilisesini onarmaları,

-Binlerce yıldır bu Anadolu topraklarında kardeşçe yaşamakta olan milletimizi, en yetkili ağızların, “bilmem kaç etnik unsurdan meydana geliyor” diye tanımlamaları ve böylece, birlik ve beraberliğimizin temeline dinamit koymaları,

-Osmanlı devletinin kuruluşunda her türlü fedakarlığı yapan, Osmanlıyı kıl çadırdan saraylara taşıyan inancın, felsefenin sahibi konumundaki Alevi Türkmen kardeşlerimizi, ayrı bir etnik sınıf gibi gösterme ve milletimizi ayrıştırma çalışmaları,

-ABD’de elli iki ayrı eyalet birleştirilip, dünyanın her köşesinden onlarca milletin unsurları adeta bir potada eritilip bir Amerikan milleti yaratılmaya çalışılırken, ABD arzu ettiği için, bizim binlerce yıllık beraberliğimizin yok sayılarak, AB yetkililerin “Türk diye bir millet yoktur” zırvalarına prim vermeleri,

Yukarıdaki liste daha çok uzatılabilir. Belki bir kitap bile oluşturabilir. Bu örneklerimizin tamamı, mankurtlaştırma, mankurtlaşma felsefesinin açıklanması için yapılmıştır. Toplumun her kesimindeki insanımızın, bir etkiyle, bir yönlendirmeyle veya gönüllü olarak kendi isteğiyle mankurtlaşabileceğini göstermek istedik.

İlköğretim çağındaki yavrularımızın, kitap okumak yerine, bilgisayar oyunları ve internette zararlı sitelerde dolaşıyor olmaları,

Annelerin, çocuklarını giydirip, karnını doyurduktan sonra, okula gönderince, o çocukla ilgili bütün görevlerini yaptığını düşünerek, tv karşısına geçip bir sürü abuk-subuk tv dizisini izleyerek zamanlarını öldürmeleri,

Babaların, ailenin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir kazanç sağlamaları halinde, onlara karşı tüm görevlerini yaptıklarına inanarak, kahvehanelere, meyhanelere veya internette dolaşmaya çıkmaları,

Yukarıdaki örnekler de, sadece aile bazında konuya bakışı vurgulamak için alınmıştır.

Bir devlet, çağın gereklerini yerine getirip, tebaasını korumak için her türlü önlemi almak zorundadır.

Kız çocuğunu okula göndermeyen anne baba karşısında o kız çocuğunun yapacağı hiçbir şey yoktur.

Birer mikrop yuvasına dönmüş olan internet kafeler üzerinde devlet denetimi sağlanmazsa, oraya giden gençlerimiz ve çocuklarımız her türlü kültür saldırısına açık durumda kalırlar. Bunu engelleyecek konumda da değillerdir.

Tv’lerde bir türlü sonu gelmeyen dizilere müptela hale getirilen anneler, evine, eşine ve çocuklarına ayıracağı zamanı dizilere ayırmaktadır. Böyle olunca da eviyle, eşiyle ve çocuklarıyla ilgili sorunlar yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Zaten çoğu eğitimsiz bırakılan anneleri, Tv gibi bir teknoloji harikasıyla eğitmek yerine, onları her türlü kültürel saldırıya karşı korumasız bırakan devlet, ancak onlar birer suçlu olarak kollarına kelepçe vurulduktan sonra onlarla ilgilenmekte, yargılayıp hapse atarak görevini yerine getirdiğini düşünmektedir. Halbuki, insanlarımızın suça itilmesinin altında yatan en önemli nedenlerden birisi, devletin tebası için gerekli alt yapıyı hazırlamamasıdır.

Tekrar başa dönersek, demek ki mankurtlaşma sadece uzak geçmişe ait bir uygulama değilmiş. Günümüzde de mankurtlaşma ve mankurtlaştırma devam etmektedir. Üstelik, geçmişte sadece gençler için yapılan bu uygulama, şimdilerde, kadın, erkek, çocuk, yaşlı ayırmadan yapılmaktadır. Bilinçli veya bilinçsiz, toplum birbirini mankurtlaştırma yarışına girmiş durumda. Basın, televizyon, internet bugünün mankurtlaştırma araçlarının en önde gelenleri. Bunlara bağlı olarak, futbol, uyuşturucu alışkanlıkları, hedefsizlik birer mankurtlaşma metodu olarak önümüzde duruyor.

Bu durumda tek başına vatandaş veya birkaç sivil toplum örgütünün yapacağı çalışma kesinlikle yeterli olmamaktadır. Devleti yönetenlerin bizzat bu konulara el koyması ve bir toplumsal intihara dönüşen bu kitlesel mankurtlaşmayı durdurması gerekmektedir. Bunu yapabilecek tek güç devlettir.

Devlet de bir aile babası gibi, sadece halkını doyurma ve giydirme ile görevinin bittiğini düşünürse, ne ana dil kalır, ne anayurt kalır, ne töre kalır ne de milli tarih bilinci kalır. Bunlara bağlı olarak ne de yönetilecek devlet kalır. Kısacası, ortada hiçbir şey kalmaz.

Böyle bir durumda, insanlar sadece yaşayabilmek kaygısıyla, hiçbir değer gözetmeden köleleşmeye razı olmak durumunda olacaklardır.

İçerden ve dışarıdan bazı çevrelerin dayattığı bu köleleşmenin, mankurtlaşmanın vebaline ortak olmak istemeyen herkesin bu konuyla ciddi olarak ilgilenmesi gerekir.

Muharrem Kılıç

İstanbul, 3 Aralık 2008

Kampanya: Barış, Anlamsız Özürlerden Geçmiyor!

Kampanya: Barış, Anlamsız Özürlerden Geçmiyor!


-Bedri Baykam-


İlginç bir durum var: Malum medya “Ermenilerden özür dileyenler” den “barışçı aydınlar” diye söz ediyor. Halbuki son on gündür her iki toplumun onlar yüzünden nasıl birbirlerine düştükleri ortada. Bu gerçekler ışığında “aydın” kelimesi tabii ki onların tekeline bırakılamaz. Hafta içinde Yurtsever Hareket, çeşitli aydınlar ve USTKB’nin de içinde olduğu farklı platformları temsil eden sivil toplumcular olarak bir araya geldik ve bir gerekçeli karşı imza kampanyasını gerçek “barış” adına açtık. Ülkenin her aydın insanını ve sivil toplumcusunu bu metne destek vermeye çağrıyoruz:

“Ülkemizin içeride ve dışarıda yaşamakta olduğu sorunlarla tehlikeli bir süreçten geçtiği bu dönemde, birtakım yazar ve akademisyenlerin, 1915’te yaşanan trajik olaylara dayanarak, “Ermeni halkından özür dileme” konusunda başlattıkları imza kampanyasını onaylamıyoruz. Çünkü, başta Kıbrıs meselesi veya Türkiye’nin belki de sadece kendi iç siyasetini ilgilendiren konular da dahil olmak üzere, bir de “Sözde Ermeni Soykırımı” suçlaması ile, neredeyse bütün bir batı dünyasının ülkemizi hedef tahtası durumuna getirdiği bir süreçte, bu kampanyayı “demokrasi” adına bile “mazur görmek” anlaşılır gibi değildir:

Söz konusu iddialara karşı, uluslararası siyasi ve hukuksal arenada, tarafsız yargıçların denetiminde Türkiye’ye savunma hakkı verilerek açılan bir dava olmuş mudur? Hukukun tüm kurallarına uyan böyle bir üst mahkeme, Türkiye aleyhine “Bu topraklar üzerinde 1915 yılında bir soykırım yapılmıştır” şeklinde nihai bir karar vermiş midir? Öyleyse hangi haklı gerekçelerle, bugün Türkiye’nin özür dilemesi gündeme getirilebilmektedir? Kurmuş olduğu Cumhuriyet, onuru ve erdemiyle dünya tarihine damga vurmuş bir ulus, hukukun tüm temel prensipleri göz ardı edilerek böylesine sinsi bir oldu-bitti senaryoyla gelişen bir “yargısız infaz”la karalanabilir mi?

Ayrıca birçok ek soru vardır: 1915 olaylarını kim, hangi sebeple başlatmıştır? Hoşgörüsüyle tanınan bir ulus, yüzyıllardır barış içinde bir arada yaşadığı insanlara nasıl olur da durup dururken en güçsüz olduğu dönemde bir ”soykırım” yapmaya kalkışabilir? “Tehcir”, acaba hangi nedenlerle gündeme getirilip uygulanmıştır? Yaşanan olaylar bir “soykırım” idi ise, İstanbul’daki Ermeniler neden yok edilmemiştir? Neden ortada bir tek Nazivari karar veya slogan yoktur? Bugüne kadar gerek 1918, gerek tarih boyunca kıyıma uğratılan onca Türk için kim özür dilemiştir? Bu “vicdani” özürün ardından toprak ve tazminat talepleri gelmeyeceğini kim söyleyebilir?

Ayrıca böyle bir özür dileme, gerçekten“însan hakları” adına yapılıyorsa,1915 olayları, dünya tarihinde külleri deşilmesi gereken tek trajik olay mıdır? Örneğin Kızılderili halklarının kökünü kurutan Amerikalılar, Güney Amerika halklarını katletmiş bir İspanya, Cezayir halkını ezen bir Fransa, yüzyılımızın yüzkarası Bosna katliamı, Amerika’nın sözde barış adına toprağını savaş alanına çevirdiği, milyonlarca ailenin ve yuvanın yok edildiği Irak için, dahası, 1915 olaylarında doğuda yok edilen yüzbinlerce Türk ve Asala’ya hedef olan 37 diplomatımız için, bu “aydınlar” veya duyarlı batı medeniyetleri neden bir “özür kampanyası” yürütmemişlerdir? Yoksa T.C. dünya adına tarihin tüm acılarının yükünün bedellerini ödemeye mecbur olduğu bir konuma itilen tek ülke midir?

Söz konusu talihsiz imza kampanyası Türk ve Ermeni ulusları arasında bir “yakınlaşma” değil, tam tersine ne yazık ki bir “uzaklaşma ve yabancılaşma”ya neden olmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin bu konuda barış adına attığı adımlar da baltalanmış olmaktadır. Böylesi bir özür dileme kampanyası, kimi “aydınlar”ımızın ileri sürdüğü gibi, ne hoşgörü, ne demokrasiyle bağdaşmaktadır.

Biz aşağıda imzası bulunan T.C vatandaşları, Türk ve Ermeni halklarının barış içinde yaşadıkları yeni bir döneme ulaşmalarını tüm kalbimizle istiyoruz. Ancak, uzun vadede kalıcı bir barışa giden bu yolun zoraki ve gerekçesi anlaşılmamış tek yönlü özürlerden değil, bilimsel bir tavır ve önyargısızca girişilecek tarih diyaloglarından ve iyi niyetli yapıcı siyasetlerden geçeceğine inanıyoruz.

Bu kampanyaya destek verenlerin alttaki e-postaya veya yurtseverhareket.org sitesine imza yollamalarını istiyoruz. Metin ayrıca www.ulusalstkb.org, www.bedribaykam.com ve www.piramidsanat.com sitelerinde de yer alıyor.

Bedri Baykam

23 Aralık 2008

Türkiye'li Özürlülerden Özür

Türkiye'li Özürlülerden Özür


-Hüseyin Özbek-


Türkiyeli aydınların, Türkiyeli akademisyenlerin 1915 Tehcir’ i –zorunlu göç- için Ermenilerden özür dileme kampanyası yılbaşında başlayacakmış! Bilindiği gibi Ermenistan dışında dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan Ermeni topluluğu Diyaspora olarak adlandırılmaktadır. ABD ve AB başta olmak üzere arkasındaki güçlü müttefiklerin desteğiyle uluslararası arenadaki konumunu sağlamlaştıran Diyaspora’nın Türkiye’ yi içerden sıkıştıracak etkili yandaşlar bulmakta da zorlanmadığı anlaşılıyor.

ABD ve AB’ nin güçlü telkinleriyle maç bahanesiyle Erivan seferine çıkarılan Gül’ ün ziyaretiyle Türkiye, ilişkilerin normalleşmesi için öne sürdüğü; Ermeni tarafının öncelikle sözde soykırım ve Batı Ermenistan söylemlerinden vazgeçerek mevcut sınırı tanıması, Azerbaycan toprakları ve Karabağ’daki işgaline son vermesi koşullarından vazgeçme noktasına getirilmiş durumdadır.

ABD ve AB nin, Diyaspora’yı arkalayıp Türkiye’ yi hırpalama stratejisinin içerdeki ayakları da fırsatı ganimet bilip durumdan vazife çıkararak yeni kampanyanın işaretini vermekte gecikmediler! Diyaspora söylemlerinin Türkiye’ ye dış baskı olmaktan çıkarılıp içselleştirilmesi, Türkiyeli sermayenin, Türkiyeli aydınların ve kimi vakıf üniversitelerinin müstacel- öncelikli- işleri arasına girmesi süreci hemen hemen tamamlanmak üzeredir.

Türkiye’ deki kimi üniversitelerde yapılan bilim ve insaf dışı, bilimsel sorumluluk (!) iddialı bazı konferanslarla, sermaye medyasının Diyaspora tribününden bol alkış alan kampanyalarıyla ortamın olgunlaştığını, toplumdaki sosyo psikolojik meteorolojik verilerin yeni açılımlar için uygun hale getirildiğini görenlerin vakit geçirmeden bir üst aşamaya geçtiği görülüyor.

Erivan’ daki maçın rövanşı için yeni yılda Türkiye’ye gelecek olan Ararat ( Ağrı Dağı ) sembollü forma giyen Ermenistan milli takımına tribün desteğinin yanında, hazır ahaliyi bulmuşken Türk seyircilerin arasına dalıp imza toplayıverip bir maçta iki kuş vurup, iyi iş çıkarabilir bizim aydıncıklarımız!

Şaka bir yana tarih bilincinden yoksun ve bilim özürlü Türkiyeli aydınlarca düzenlenen özür kampanyası, Erivan Hrazdan stadyumunda başlayan Gül-Sarkisyan, Babacan-Nalbatyan muhabbetinin daha ileri aşamaları için siyasal iktidarı ve hariciyemizi cesaretlendirecek bir girişim olarak gündeme getirilmiştir.

Özür kampanyası ve benzer girişimlerle bizim sivil münevverler biryandan Diyaspora’nın içerdeki koçbaşı olma misyonunu eksiksiz ifa ederken, diğer yandan da siyasal iktidarın ileride gündeme getireceği resmi özür için elini güçlendirmektedirler.

Özürlülerin özür kampanyasını seyredelim bakalım ardından neler çıkacak?

Hüseyin Özbek

Avukat, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi

27 Aralık 2008

Mustafalaştırma, Sıradanlaştırma, Buharlaştırma

Mustafalaştırma, Sıradanlaştırma, Buharlaştırma


-Hüseyin Özbek-


Bazı adlar, imgeler akıldan geçirildiğinde, yahut dillendirildiğinde olumlu çağrışımlara yol açar. Mustafa Kemal, bu değerlendirmeye uygunluk açısından verilecek örneklerin başında gelir. Atatürk adıyla birlikte bilincimizde bağımsızlık, onur, direnme, baş eğmeme, saygınlık, askeri deha, yüksek komutanlık vasıfları, ulusu kurtarma, devlet kurma başta olmak üzere bir sürü kavramın resmigeçidi başlar. Bunun nedeni, siyasal, sosyal tercihleri farklılıklar taşısa bile sıradan insanlarımızın ezici çoğunluğu için Atatürk’ ün hem kişisel hem de kolektif bir gurur, onur simgesi olmaya devam etmekte oluşudur.

Ulusal yıkımların yaşandığı zaaf dönemlerinde milletlerin sığınıp güç alabilecekleri, karamsarlık, kötümserlik, teslimiyet havasını dağıtıp, yılgınlık psikolojisini aşabilecekleri simgelere ihtiyaçları olur. Böyle zamanlarda geçmiş tarihlerindeki mitolojik kahramanlar, görkemli zaferler, destansı figürler ulusun direniş gıdası olur.

Atatürk’ ün günümüz için taşıdığı önem, Türk ulusunu yok oluş ve yıkım günlerinden kurtuluşa götüren önderliğinin yanında, yeni yıkımların, yeni saldırıların, yeni kuşatmaların da hem sığınağı, hem direnç kaynağı olmasıdır. Bu bakımdan milenyum emperyalizminin, iyice saldırganlaşan küresel sermayenin, AB ve ABD’ nin, Atatürk’ ü ve Kemalizm’i çoktandır hedef tahtasına oturtmasının nedenlerinin iyi tahlil edilmesi gerekmektedir.

Küresel sermayenin çıkarları açısından başta Türk ulusu olmak üzere, tüm ezilenlerin, emperyalizmin sömürü hedefindeki halkların ortak bir değerinin, yani Atatürk’ ün ötelenmesi, itelenmesi, örselenmesi, toplumsal borsanın en dibe vuran kağıdı haline getirilmesi gerekmektedir. Mustafa Kemal’ in Türkler açısından taşıdığı olumlu değerlerin tümünün olumsuza çevrilmesine yönelik psikolojik harekat tüm hızıyla sürmektedir. Brüksel ve Waşington epeydir Türkiye Cumhuriyeti’ nin kuruluş kodlarından, milli koordinatlarından Atatürk adının, Kemalist düşüncenin silinmesi istemini bu nedenle dillendirmektedir.

Bu istemlere, küresel sermayenin uzantısı Türkiyeli sermaye ile, Mütareke İstanbul’ unun işgalci müttefikleri Teali İslam Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın günümüzdeki mirasçılarınca canı gönülden arka çıkılmakta, gönüllü taşeronluk yapılmaktadır.

Atatürk’ ün Türk milletinin ortak gurur simgesi, Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin felsefi ve ideolojik temeli olmaktan çıkarılması çabalarının başarılı olması durumunda Cumhuriyet’ten de, devletten de geriye bir şey kalmayacağı, Türk milletinin de varlığını sürdüremeyeceği kuşkusuzdur.

Atatürk’ü ortalama Türk’ ün bilincindeki emperyalistleri yenen, ulusunu ve ülkesini kurtaran bir milli kahraman algısından arındırıp, kişilik zaafları içinde, dostlarına vefasız, alkolik, tedirgin, vehimli, yalnızlık okyanusu içinde yüzen biri olarak sıradanlaştırma (Mustafalaştırma) operasyonu, kamuoyuna tekelci sermaye medyasınca yılın sinema olayı olarak pazarlanmaktadır.

Mustafa filmi bana yıllar önce çevrilen, aşağı yukarı aynı kişi ve kurumlarca desteklenen Gallipoli’ yi hatırlattı. Çanakkale muharebelerini konu alan Gallipoli daha gösterime girmeden kimi çevrelerce Oskar’ a aday gösterilmiş, aylarca medya manşetlerinden inmemiş, ülkenin her yanında ilköğretim öğrencilerine başlarında öğretmenleri bu film seyrettirilmişti! Filmde Çanakkale’ ye teşrif ederek topraklarımızı şereflendiren İngiliz, Fransız ve Anzak ( o tarihte İngiliz sömürgeleri olan Avustralya ve Yeni Zelanda ) askerlerinin dramatik öyküleri, annelerine, sevgililerine yazdıkları lirik mektuplar konu ediliyordu. Filmin Ayhan Işık’ ı, Cüneyt Arkın’ ı, Göksel Arsoy’ u İngiliz, Fransız, Anzak askerleriydi. Bizim Mehmetlere ise Cevat Kurtuluş’ la Sami Hazinses arası bir rol verilmişti!

Homores, İlyada destanında Truva savaşlarını anlatır. Destana göre Menelas’ ın karısı güzel Helen’ i Troya’ ya kaçıran Paris bu savaşın çıkmasına sebep olmuştur. Olayı mitolojik tortularından ve destansı öğelerden arındırırsak asıl neden Yunan tarafının Anadolu’ yu ele geçirme arzusudur. Yani neden ekonomik ve siyasaldır. Büyük şair olduğu kadar soylu bir ruh taşıyan Yunan’ lı Homeros bu savaşta Troyalıların hakkını yemez. Troya Prensi Hektor’ un savaşçılığını, yiğitliğini, ülkesi için fedakarlığını adeta kutsar. Onu Akha ( Yunan ) kahramanı Aşil’ e denk bir kişilik olarak işler. Her nedense bizim Tanzimat münevveri kompleksini bir türlü aşamamış, ulusuyla, ülkesiyle gönül bağını çoktan kopartmış kimi aydınlarımızın, seçkinlerimizin kendi milletini aşağılayıp batıya tapınma derecesindeki hastalıklı yaklaşımını görünce insanın binlerce yıl öncesinin büyük şairine duyduğu saygısı daha da artıyor.

Gallipoli’ yi izleyince yönetmenin ülkemizi işgale gelen dünyanın efendilerine, onların çelikten kaleye benzer zıhlılarına, ölüm kusan toplarına, donanımlı askerlerine karşı Mehmetlerin destansı direnişini anlatma gibi bir amacının olmadığını anladım. Yönetmenin bütün derdi Holivut kalıplarında, batılıların damak zevkine uygun bir film yaparak beğenilerini kazanmak, piyasalarına kabul edilmekti!

Ülkemizi işgale gelen emperyalizmin silahlı gücü bu nedenle bir romantizm sarmalı içinde sunuluyor, Türk seyirciler bir sinema büyüsü içinde Çanakkale’ deki işgalci askerlerin trajedisine ağlatılıyordu. Çanakkale, ortalama Türk’ ün algısındaki, kibirli emperyalizme direnişin, yenilmezliğinin sulara gömülüşünün, askerlerine taarruzu değil ölmeyi emreden Mustafa Kemal’ in yıldızının parladığı yer olmaktan çıkarılıyordu. Gallipoli’nin yönetmeninin kamerasından yansıtılan Çanakkale, Batılı beyaz adamın teşrifiyle şereflenen alelade bir toprak parçasından öte bir şey değildi.

Yüzen kalelerin ölüm kusan toplarına, namlusundan alev saçan işgalci mitralyözlerine bana mısın demeyen Mehmetleri bir çırpıda harcayıveren, bunca yılın Çanakkale’sini de Gallipoli yapıveren yönetmenin batı tribününden beklediği alkış uğruna verdiği acı kuşkusuz daha ağır gelmiştir Çanakkale şehitlerine!

Gallipoli’den bu yana ulusal bilincimize, kolektif duyarlığımıza yönelik saldırılara, yazılı ve görsel sosyo psikolojik kültürel kampanyalara niçin hız verildiğinin iyi düşünülmesi gerekmektedir. BOP’ un, GOP’ un önündeki en büyük engel, ulus devletin, tekil yapının kilit taşı, yenilmezlik ve ulusal direnç simgesi Atatürk’tür. Tür ulusunun direnç ruhunu, bağımsızlık tutkusunu temsil eden önderinin saydığımız nedenlerle Mustafalaştırılması gerekmektedir.

Son yıllarda yazılan romanlar, sözüm ona araştırmalarda objektiflik, özel yaşamın mahrem boyutlarının da ortaya çıkarılması adına Atatürk’ün özel yaşamıyla, Latife Hanım’ la, Fikriye Hanım’ la ilgili bilinmezlerin açıklanması söylemiyle gerçekleştirilen gri taarruzlar aynı amaca yöneliktir: Atatürk’ün Türk ulusunun gönlünden, bilincinden kazınması, silinmesi, Mustafalaştırılması, sıradanlaştırılmasıyla ebedi yalnızlığa mahkum edilmesidir.

Türk milleti ile Atatürk arasına örülmek istenen Berlin duvarının inşası her yeni filimle, her yeni araştırmayl(!) biraz daha yükselmektedir. Belleğini yitiren, tarih bilincinden soyutlanmış bir halkın ulus özelliğini kaybedip sürüleşeceği, sömürüye, esarete direncinin söz konusu bile olamayacağını bilenler yeni filimler, yeni romanlar, yeni araştırmalar için kesenin ağzını açmış, cömert katkılar için hazırda beklemektedirler.

Mustafalaştırmaya, sıradanlaştırmaya, buharlaştırmaya karşı Mustafa Kemal Atatürk’ü ulusça derin bilinçaltında yaşatarak günümüzün Mustafa’sı olmak gerekiyor. Direncin, onurun, özgürlüğün, sömürüye karşı duruşun, mazlumun yanında saf tutmanın Mustafa’ sı!

Hüseyin Özbek

Avukat, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi

21 Kasım 2008

Bir Gerçek "Mustafa Kemal” Filmi Özlemi...

Bir Gerçek "Mustafa Kemal” Filmi Özlemi...


-Bedri Baykam-


Geçen hafta “Mustafa” filminde, Can Dündar’ın “herkese yaranmaya çalışma” hırsı içinde kendini imha edişiyle ortaya çıkan “ölüm noktasını” yazmıştım. Dündar, Atatürk’ün o dönemde hiçbir batılı liderde bile görülmeyen demokratikleşme çabalarını bilinçli olarak örterek ne yazık ki, kötü niyetini tescil etmiş oldu. Bugün ise size Dündar’ın filminin gaflarının kanıtlarını saymaya devam ederek zamanınızı çalmayacağım. Özellikle Turgut Özakman’ın nefis dizisinden sonra…

Mustafa Kemal gibi dünya tarihine adını yazdırmış bir lider hakkında da, isteyen herkes istediği sonuca ulaşabileceği filmi yapabilir. Mustafa Kemal’in olağan dışı anıları, başarıları, tarihi/ kültürel ve siyasi devrimlerle yüklü hayatında; o kadar “sinematografik” yaşanmışlık var ki, bunları filme dönüştürmek isteyen yaratıcı bir yönetmen, bu bolluk içerisinde ne yapacağını şaşırır!

Ne yazık ki Dündar, etkilenmek için bula bula Vamık Volkan’ın “Ölümsüz Atatürk” ünü bulmuş. O kitabı okurken o kadar paranoyak derecede abartılı yorumlara rastlamıştım ki! Örnek mi? Mesela Mustafa Kemal, mahallesindeki Binbaşı Kadri’nin askeri ortaokula giden oğlunun üniformasını kıskandığı için asker olmuş! Artık üstünü siz düşünün ve Dündar yine de insaflı davranmış(!) deyin…

Yıllardır, Mustafa Kemal’i tüm tarihsel kimliği ile olduğu kadar, yaşadığı yoğun kişisel anıları da içine alarak yoğuracak büyük prodüksiyonlu bir film bir türlü yapılamadığı için, kahrolmuşumdur. Arada kimi zaman çeşitli girişimler saman alevi gibi parlamış, ardından yok olmuşlardır. Buna rağmen ben de sinema ile yıllardır içli dışlı yaşayan bir sanatçı olarak, Mustafa Kemal’in hayatından böyle bir senaryoya aktarılması gereken ilginç köşeleri ayrıntılarıyla not ettim. Çünkü elbet sonunda bir gün bu ihtiyacı hisseden bir hükümet veya “bonkör bir zengin” çıkacak!

Can Dündar’ın ne yazık ki tutarsız niyetlerini kanıtladığı “Mustafa” sı, aslında hayalimde görmeyi umduğum muhteşem bir Mustafa Kemal filmine ne yazık ki hiç yaklaşamadı! Geçen hafta söylediğim gibi hedef tabii ki Mustafa Kemal’i hatasız bir heykel, mükemmel bir kurgu insanı olarak göstermek olamaz! Aksine Mustafa Kemal’i kadınlara olan ilgisi, müzik, alkol, dans ve sigara ile somutlaştıran gece hayatı merakı, tarihsel kimliğinin yanı sıra, onun olağanüstü yaşamını süsleyen yadsınamaz verilerdi. Konumuz bunların saklanması değil!

“Hayalimde seyrettiğim” Mustafa Kemal filminde, tarihin en etkileyici insanlarından birinin en ilginç kişisel hikayeleri de var. Size, böyle bir senaryoya renk katacak örnekler aktarayım:

*Mustafa Kemal’in Harbiye askeri okulunda arkadaş olduğu Ali Fuat’la geçirdiği yakın dostluk günleri ve bir hafta sonu Büyükada’ya giderek onun telkini ve öğretileriyle bira yerine rakı içmeye başlaması, aralarındaki samimiyete güvenerek ona şiir ve resim’e olan yoğun ilgisini aktarması.

*1906’da “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” ni kurarken, Ömer Naci ve Bursalı Tahir ile beraber silah üstüne Selanik’te yemin etmesi.

*Askeri okula geceleri ranzalarda yatarken arkadaşlarına gizlice Voltaire veya Namık Kemal’den bölümler okuyup özgürlük aşkını dışa vurması.

* Sofya’da geçirdiği süreç içinde General Petroff’un güzel kızı Dimitrina’ya olan aşkı ve Petroff’un kızının bir Müslümanla evlenmesini şiddetle reddetmesiyle bu işin suya düşmesi.

*Berlin’de, Adlon Hotel’de kaldığı dönemde bu tarihi kente ve zevkli yoğun gece hayatına olan ilgisi.

*1920’de Cumhuriyeti ilan etmeden önce kuvvetlerini silahlı mücadeleye hazırlarken yurdun içinden son isyanın Yozgat’tan gelmesi ve geniş “Çapanoğlu ailesi” nin Mustafa Kemal’in güçlerine karşı verdiği savaş (böylece günümüzde bazı insanlar bugün “bu işte bir Çapanoğlu çıktı” cümlesinin kaynağını öğrenmiş oldular)

*Ankara’da Rus Büyükelçiliğinde verilen bir davette, Büyükelçiyi şoke ederek “bize bu ziyafeti hazırlayan ahçı ve garsonları da çağırıp geceye dahil etsenize, ancak böyle yaparak ‘sınıfsız bir masaya’ ulaşmış oluruz” demesi ve o gece bu arzusunu gerçekleştirebilmesi.

Dünyaya örnek oluşturmuş ve emperyalizmle savaşı, barış felsefesi üzerinden gerçekleştirmiş bir liderin ardından tüm dünyanın, Castro’nun, Unesco’nun, Clinton’un muhteşem sözleri…

Bunlar, askeri deha ile devlet adamlığını, devrimcilikle büyük bir hümanizma felsefesini birleştiren bir insanın ardından hatırlayabileceğiniz anlardan küçük bir demet…

Atatürk tesadüfen gencecik yaşta ölmüş olsaydı, nasıl bir dünyada yaşardık? İşte o büyük Atatürk süper prodüksiyonunu izleyeceğimiz şanslı güne kadar, siz bu sorunun yanıtını Gani Müjde’nin o muhteşem “Osmanlı Cumhuriyeti” filminden alın ve aslında hiçbir abartısı olmayan bu filmin Ata Demirer başta olmak üzere tüm kahramanlarını ayakta alkışlayın! Lütfen bu filmi kaçırmayın!

Bedri Baykam

16 Aralık 2008

Uluslararası Örgütler ve Sivil Toplum Kuruluşları Artık Sorgulanmalı

Uluslararası Örgütler ve Sivil Toplum Kuruluşları Artık Sorgulanmalı


-Reşat Doğru-


Ülkemizin üye olduğu uluslar arası kuruluşlara bakınca Birleşmiş Milletler, A.B’den tutunda İslam Kalkınma Örgütü, Dünya Ticaret Örgütü, Karadeniz Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi ekonomik ve siyasal örgütler yanında, NATO gibi askeri örgütler, UEFA, FİFA gibi spor alanındaki örgütlenmeler olmak üzere dünyadaki birçok kuruluşu görürüz.

Ülkemizin bu tür kuruluşlara üye olması, dünya üzerindeki konumumuz açısından, önemli bir göstergedir. Tabii bu kuruluşlara üye olduğumuz için, bir çoğuna da, ciddi oranda, para ödüyor ve üyeliğimizi devam ettiriyoruz.

Devlet olarak, üye olduğumuz kuruluşlar yanında Belediyelerimiz ve Genel Müdürlüklerde uluslar arası kuruluşlara üye olmuşlardır. Mesela, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü, Avrupa Orta Vadeli Hava Tahminleri Merkezine üyedir.

Uluslararası kuruluşların hepsinin bir kuruluş hikayesi ve hedefi vardır. Örneğin, BM teşkilatı II. dünya savaşından sonra 20. Yüzyılın ilk yarısında yaşanan ve insanlığa acılar yaşatan, savaşların tekrarını önlemek ve uluslar arası güvenliği koruma amacı ile kurulmuştur. Ülkemiz 191 üyeli BM’e, 1948 yılında üye olmuştur.

Uluslararası kuruluşların, devletler arasında işbirliğinden, tutun da barışın korunmasına kadar görevler yapması tüzüklerinde yazılmıştır. Ancak şu anda Irak yanıyor, 1,5 milyon insan ABD işgalinden dolayı öldü. Afganistan, yıkılıyor. Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu da görevlerini tam olarak yaptıklarını söyleyebilir imiyiz?

Uluslararası kuruluşların, Tarihte bir kaç devletin kontrolün de, istedikleri kararları çıkartan, istedikleri ülkelere saldırtan, istedikleri yaptırımları yapan, durumdan kurtulduklarını, tarafsızlık içerisinde olduklarını söyleyebilir miyiz?

Bu gün dünyanın birçok yerinde kan akıyor. Haksızlıklar almış başını gidiyor. Bu kuruluşlar ne yapıyorlar? Özellikle konu Türkler olunca hiçbir devletin kılı kıpırdamıyor. Azerbaycan da Hocalıda, 1990' lı yıllarda katliam yapıldı. Türklerin bir günde yüzlercesi öldürüldü. 1 milyon insan kaçkın duruma geldi. Evini barkını tarlasını bırakıp zorla göç ettirildiler.

Tarihe baktığımızda, Kırım daki Ahıska daki durumda bunlardan farklı değildi. Doğu Türkistan da yaşananları ise artık dünyada bilmeyen yoktur.Çin Nükleer denemeleri Türkler üzerinde yapıyor. Sakat doğumlar oluyor. Konu Türkler ise hiçbir uluslar arası kuruluş sesini çıkartmıyor sadece seyirci kalıyor. Bazen sadece bir kınama ile geçiştiriyorlar.

NATO teşkilatı İkinci Dünya Savaşından sonra kuruldu. Bu esnada, dünyada var olan, iki kutuptan birinde yer almak gerekiyordu. Ülkemizde batıyı, NATO’yu seçti.

Bu kuruluşun amacı, üye devletleri silahlı bir saldırı karşısında korumaktır. Bunun içinde NATO devletleri arasında, ortak bir savunma anlayışı geliştirmiş. Bunun içinde her ülke ciddi manada para ödemiştir. Yani biz üzerimize düşen görevi fazlasıyla yapıyoruz.

Ülkemiz Büyük Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne sadık kalarak barışın yanında yer almış ve taahhüdünü yerine getirmek için Kore’ye asker göndermiş, Afganistan’a, Kosova’ya, Lübnan’a da barış için asker ve para göndermiştir.

Peki, bizim ülke olarak sormamız gerekmiyor mu? Türkiye’ye bir komşu ülkeden PKK terör örgütü tarafından saldırı yapılıyor. Neden bütün üye devletler buraya ülkemizi korumak için asker göndermiyor. Yardım yapmıyor. Yardımı bırakın PKK örgütünü, katilleri destekliyor, maddi ve manevi yardım yapıyorlar.

Artık ülke olarak bu kuruluşları sorgulayıp bize ne kadar faydası oluyor diye düşünmemiz gerekmiyor mu. Daha neyi bekleyeceğiz? Ülkemizin birliğine, dirliğine, kardeşliğine demokraside gelişim adı altında saldırılıyor, saldıranları himaye etmiyorlar mı?

Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, Karadeniz de kıyısı bulunan ve denizler den ekonomik olarak yararlanan ülkeler arasında, Türkiye’nin girişimi ile iş birliğini geliştirmek için kurulmuştur. Türkiye, Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova ve Rusya kuruluşta yer aldıktan sonra Yunanistan’da bu birliğe alındı.

Yunanistan Karadeniz ile bir bağlantısının olmamasına rağmen batının baskısı ile bu birliğe katıldı. Şimdi sormak gerekmez mi neden bu birliğe katıldı? Ve bu birlikte neredeyiz. Ne tür hizmetler yapılıyor. Daha nasıl iyi bir şekilde işbirliği yapa biliriz. Bunları tartışmamız gerekmez mi?

Ülkemiz, 17 Temmuz 1998 de Uluslar arası Ceza Mahkemesine üye olmuştur. Uluslar arası toplumu yakından ilgilendiren soykırım suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve saldırı suçlarını işleyen kişiler üzerinde, yargı yetkisine sahiptir. Bu ceza mahkemesi yetkisi içerisinde taraf devlet veya özel bir anlaşma ile başka bir devlet toprakları üzerinde yerine getirir deniliyor. Acaba, Bu yetkiler Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler için ne kadar kullanıldı veya kullanılmaktadır.

Ülkeler birbirileriyle ticari ve ekonomik ilişkileri artırdıkça bu tür uluslar arası örgütlenmelerde hızla artmaktadır. Türkiye’miz özellikle 1980 li yıllarda girdiği dışa açılma politikasının sonucu olarak, bu tür kuruluşlara üye olma girişimini de artırmış bulunuyor. Ancak bu kuruluşlara hazine olarak ve üye olan kuruluşlarımız olarak ne kadar para ödüyoruz.

Dünyadaki etkinliği hızla artan sivil toplum kuruluşları, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolunda geldiği müzakere aşamasında ülkemiz için daha büyük bir önem kazanmıştır. Bu süreçte, STK ların bir araya gelerek, şemsiye kuruluşlar oluşturma yoluyla etkinliklerini arttırma girişimleri yoğunlaşmıştır. Ülkemizdeki kuruluşlar dış ülkelerdeki benzer kuruluşlarla işbirliği içerisindedir.

Avrupa ve Amerika’dan sonra ülkemizde somut bir güç haline gelen yasama, yürütme, yargı ve medyadan sonra 5. güç olarak toplumsal yapıdaki yerini alan STK lar devlet ve ekonomi sektörünün yanında 3. bir sektör olarak meşrutiyet kazanmaya başlamıştır. Bu durumda İslam Dünyasında, AB şemsiyesi altındaki kuruluşlar, dikkatle takip edilmesi gerekir, duruma gelmektedir.

STK ların önemi küçümsenemez ama hiçbir kimsenin, hiçbir kuruluşun bu milletin değerlerine, birlik ve beraberliğine karşı faaliyetlerde bulunması kabul edilemez.

Bu ülkenin 21. yüzyılda lider ülke olması tarihi sorumluluk olarak mutlaka gerçekleşmelidir.

Teslimiyetçi politikalarla sat kurtul ver kurtul politikalarıyla büyük devlet olunmaz. Büyük devlet, kararlı duruş sergileyerek, kendi öz değerlerimize sahip çıkarak olunacaktır. Balkanlar, Ortadoğu, Ortaasya, Kafkaslar lider ülke Türkiye’yi bekliyor. İşte burada Türk milliyetçilerinin hedefi ve beklentisidir. Bu hedefin mutlaka gerçekleşmesi gerekir, çünkü Balkanlarda barışın olması, Orta Asya'da barışın olması, Orta Doğu'da barışın olması, Kafkaslarda barışın olması güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti devletinin, lider ülke Türkiye'nin olmasından geçmektedir.

Bunu da zaten dış güçler anlamış olduğu için Türkiye'mizde oyun üzerine oyun tezgâhlıyorlar. Oyunlar öyle bir duruma geliyor ki, Türk milletinin millî birlik ve beraberliğinin bozulmasından tutun da her türlü değerlerine saldırı şeklindedir.

Bazen, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında dahi bunlarla karşılaşıyoruz ama şurası unutulmamalıdır ki 70 milyonun hepsi kardeştir. 70 milyon insanımız kimlerin kendisine ihanet ettiğini, kimlerin millî birlik ve beraberliğini bozduğunu yakından takip ediyor ama ben inanıyorum ki 70 milyonumuz geçmişte de -tarihin her döneminde olduğu gibi- zor dönemlerden çıkmasını bilmiş ve bilecektir. İnanıyorum ki lider ülke Türkiye mutlaka kurulacaktır.

Reşat Doğru

27 Aralık 2008

Tokat Milletvekili